doktor&hesapci

TGRT-FM de Cuma günleri saat 20.00 civarlarında yayına giren programın paralelinde fikir alışverişi için yapılmış bir blog dur. Yorumlarınızı bırakmakta nazlanmayın.

Monday, November 24, 2008

Osmanlı Cumhuriyeti

Passepartout yap, derinlik veriyormuş havası olsun, piyasaya pompala…
Bir Kürt arkadaşın dediği gibi “fikir haye akıl tünne”. Olmamış Gani Müjde. Her zaman ki gibi. Yok efendim, yanlış anlaşılmasın filmde Osmanlı’ya hakaret var vs cihetinden bahsetmiyorum. Bu Sentimentallerin işi benim değil. Ben kurgu saplantısına ayar oldum. Hani Osmanlı olsaydı ne olurdu fikrini bu kadar berbat edebilirsin. Film sonunda şöyle dedirttirmeye getiriyor “Allahımıza bin şükür bugünkü durumumuz en iyisiymiş, iyi ki Osmanlı yıkılmış da cumhuriyet kurulmuş”

Şimdi ben daha marjinal senaryolar da yazarım ancak, hadi diyelim Gani Müjde’nin senaryosundan ilerleyelim. Diyelim ki 1920’de Amerikan Mandası kabul edildi.
Saltanat ve hilafet de yerinde kaldı. Bir defa bugünkünden daha büyük bir yüzölçümü elimizde olurdu. Dikkat edin! Amasya Genelgesi tarihindeki sınırlara! Bu ilk taktik senaryo hatası. Yaklaşık olarak Gayri safi 4 trilyon dolar civarında olurdu. Nedeni de sanayinin 1950 de bugün bizim ulaştığımız seviyenin on misline ulaşmış olacağı ve tüm yer altı ve yerüstü kaynaklarının deli gibi kullanılacağı bir durum olacaktı. Asgari ücret 1500 dolar civarında olurdu. Alamancı diye bir şey olmazdı zaten.

Osmanlı Devleti en kötü ihtimalle İngilizlerin Avustralyası (vay be) gibi bir şey olurdu, yani gizli bir el yönetimde etkili olurdu,yoksa filmdeki gibi dört yıldız bir johnny “neapiyuuorrsın” gibi saçmalayıp padişaha el kaldırmaya yeltenmez. Öyle padişah da göstermelik kalmazdı, bugün İngiltere krallığı göstermelik gibi duruyor ama öyle mi?
Elli çeşit dine inanan bir toplum olurdu da bir yaygara bile çıkmazdı çünkü Hilafet bu ortamı sağlayan bir makamdı. Gecekondu diye bir şey olmazdı, ne güzel kanada tipi ahşap bahçeli evimizin önüne sıteyşın vagon ahşap kapılı Fordumuzla yanaşıp, bahçemizde zenci bir ahbabımızla barbekü yapıp biraları yuvarlardık. Türk Sineması da bugünkü gibi böyle saçmalamaz hiç değilse iki üç filmde Al Pacino oynardı.

Yok efendim Amerikalılar gelseydi kıtır kıtır doğrardı herkesi diyen iki üç röpteşembırlıya aldanmayın, Amerikalılar gelmediği haliyle 15 milyon insan öldü yahu! Amerika kesse kesse ne kadar keserdi?

Neyse, koca filmi hiç etmişler ya ona üzüldüm. Bu konu çok su kaldırır

efe

Tuesday, November 11, 2008

Çıtır Yazı...

Prisoners Dilemma

Hapisten kaçan iki kafadarın yakalandıktan sonra sorguda birbirlerine satış koyarak düştükleri vaziyettir prisoners dilemma… “mahpuslar kıyasımukassimi” yada “tutuklular çıkmazı” diyebiliriz. Tatar Ramazan da diyebiliriz.

Örnek verelim anlayalım:

Bir karı koca kavga ederler. Kadın “Allah belanı versin Recai” der babasının evine gitmeye kalkar. Adamda “ Seninle geçen yıllarıma yazık,nankör karı” diyerek ceketini alır ve kahveye arkadaşlarına doğru yola çıkar. Aradan zaman geçer. Baba evinde kadın sıkılmıştır, adam ise kahvede king batak king batak bir yere kadar diye düşünmeye koyulmuştur bile. Birden pişmanlık duyan beyinlerden garib düşünceler geçmeye başlar…

Kadın: Yaw, Recai kaç gün oldu aramadı, Aceb yeni bir hatun mu buldu ki? Arasam mı? Yok.. Yok… Önce o arasın bir özür dilesin ben ona yapacağımı bilirim. Ben mi özür dilesem ne? Du bakalım bekleyelim…

Adam: Ulan her gün şu Debreli Ramonun suratını görüyorum… Yeter be baba… Akşam döner sabah simit… Olmaz baba… özür mü dilesem acaba? Gidiyim getiriyim şu hatunu da tezgahı düzeltelim. … Ama erkekliğin de bir şanı var Du bakalım… Ramo taşlama be olum!

Aradan zaman geçer. Ortalıkta ses seda yok.

Kadın: Boyun devrilsin Recai… Bak özür dileyeceğim varsa da bitti… Hayatta özür dilemem. Kaç aydır ne arama var ne sorma. Demek bu kadar değersizmişim…

Erkek: Vaybe hatuna bak bizim. Herhalde mutlu..Napalım… Bu saatten sonra özür falan dilenmez. Bitti. Ne olacaksa olsun. Bizde dalgamıza bakalım. Ramo al şu parayı koş büfeye..


İşte böylece herkes kendini düşünerek kendisi için bir karar verir. Sonra bu birbirinden habersiz verilen ortak karar ikisi açısından da “verilebilecek ortak kararların en kötüsü” (obeb okek değil onlar ayrı) olarak tanımlanır. Oysa biri özür dilese hadise bambaşka bir boyut kazanacak ve ikisi için en iyi seçim olan “yuvanın kurtulması” olasılığı gerçekleşecektir.

Güncel hayatta her daim dilemma (daylima diye okuyun okutun) yaşanır. Ne kadar kendinize fazla bir çıkar sağladığınızı düşünürseniz düşünün mutlaka bu kendinizi maksimum düşündüğünüz noktada verdiğiniz karar “çevreniz” için verebileceğiniz en kötü karar olacaktır.

Bir toplum kendisi için en kötü olanı nasıl tayin eder ? Bu sorunun yanıtını artık Olasılık Teorisi’ne giriş dersini yukarıda aldığınızdan dolayı yanıtlayabilirsiniz herhal! Birde Oyun Teorisi var onuda başka zaman anlatırım. Nash dengeleri falan derken, zevklidir yani. Ancak şunu bilin ki "prisoners dilemma"daki denge kararlılığının gücünü Olasılık ilminin hiç bir optimal dengesinde bulamazsınız. O kadar güçlü ve sarsılmazdır. Diplomaside yeri vardır. Savaş sanatında, seçimlerde.. Kısaca her yerde...

Çıtır yazı olsun bu da. Malum Okuyucu kitlemiz her daim ağır abi muhabbeti kaldırmaz.

Bu yazıyı İnci Çayırlı "Seninle bu aşkı kaldığı yerden" eşliğinde yazdım herhalde yazının örneğinede geçti. Neyse... Şarkı iyiydi... Özür Dilemek isteyenlere:)

E ne demişler: De gustibus et colorbus non es disputandum.

efe

Wednesday, November 05, 2008

Özel Defterler

Paris’teki Pere Lachaise’e gidip gezenler bir mezar taşının üzerinde binlerce ruj izi görürler. Tabiî ki bu öpücüklü mezar taşı Oscar Wilde’dan başkasına ait değildir.Aynı yerde birçok ünlü isim yatar (Chopin’den tut, La Fontaine,Balzac,Moliere’ e kadar ne ararsan var). Diğerlerinde böyle sıra dışı bir durum sezilmez. Tabi Chopin’in mezarı başında keman çalan bir kadını ne kadar doğal karşılayacağınıza bağlı…
Blenheim’da Churchill’i görmek mümkündür…Bilmiyorum ama Lincoln’ün mezarıda var tabi… Napolyon’unda var… Söylemek istediğim insanlar ölüyor ve ardından onu sevenler yıllarca o mezarı ziyaret ederek sevgilerini dile getiriyorlar… Tıpkı benim Saint Marx’da Mozart’ı Requem eşliğinde aramama benziyor, adam kayıp olsa da…
Ayrıca Stalin için “abi ben sevmiyorum deyyusu” diyen birini kolundan zorla tutup “gideceksin ulan” diyip zorla Moskova’da kimse sürüklemez. Ya da Berlin’de hislerime hakim olamayıp “Vay be Hitler,büyük adammışsın” diye Tempelhof’da yapınsam, kimseyi ırgalamaz.

Bizde durum elbette ve her zamanki gibi farklıdır. Ne sevmeye müsaade vardır ne sevenin sevdiğini dilediği şekilde ifade etmesine izin vardır. Hadise sadece “El Mahkum” tarzı. Mesela Davul Eşliğinde Anadolu Halk Dansları Topluluğu mozole önünde gösteri yapamaz, ya da Devlet Opera ve Balesi de küçük bir arya ile ziyaret gerçekleştiremez, oysa bu medeniyet seviyesini bu ülkeye kazandıran Atatürk’tür. Bir mozole ve anıtkabir özel defteri… Başka bir şey yok. Hasbelkader anıtkabir ziyaretinde çişin gelse herhalde anıttepe eteklerine kadar tutman lazım olur. Çünkü hâşâ huzurdan oradaki bir helada abdest bozmanın kim bilir kaçtır had sopası…

Haliyle bir "anıtkabir özel defteri" var. Her gelen oraya bir şeyler yazar. Düşünce ve duygudan uzak kitsch standartlarla dolu bu defterde üç ana bölüm vardır. Giriş gelişme ve sonuç. Giriş ve sonuç bölümleri direkt olarak dogmalarla süslü statik cümlelerdir. Katiyetle değişmez. Ey büyük ata diye başlanır ve izindeyiz diye bitirilir. Usul böyle cari olagelmiştir. İşin sırrı gelişme bölümündedir. Bu bölümün Atatürk’le hiçbir alakası yoktur. Ziyareti yapan şahsın hasmına giydirme kısmıdır bu paragraf. Tabi bu giydirmede mutlaka Atatürk’ü kendi yanında olarak lanse etmek de bu bölümün edebi cihetidir.

Mesela bir üniversite rektörünün adı yolsuzluğa karışmış ise bu bölümde “hayatta en hakki mürşit olan ilmin usanmaz neferlerine irticanın kirli elleri uzanmak istemiş ancak senin ışığının bunlara mani olacağına inancımız tamdır” kabilinden bir yardırma yapar.
Ya da seçimlerden mağlup çıkmış bir sol parti lideri ise “ gericilerin kurduğun muasır medeniyeti ele geçirme çabalarının boşa çıkacağını” belirten kuramsal ifadeler kullanır.
Darbe gönüllüsü bir bürokrat ise “şanlı Türk ordusunun Atatürk’ün ilke ve inkilaplarına sahip çıkacağını” kasarak vurgu yapar.

Yurt dışından gelen resmi misafirlere de bu deftere bir şeyler yazmak zorunludur. Adamlar ne yazalım’ın derdinde değildir çünkü standart bir İngilizce metin vardır ,ceketinin iç cebinden çıkarır ve çaktırmadan onu deftere kopyalar. Onlarda böylelikle Atatürkçü olmuş ve doğru yola gelmişlerdir. Ordan çıkınca biat edip ilke ve inkilapları kabul eder sonra da “yamultay, borultay” gibi bir Türk ismi alır. Seramoni biter.

Kısaca bu gelişme bölümünde herkes kendi sorunlarını yazar, sömürü yapar ve mağrur edalarla kalemi bırakır çünkü sorunu çözülmüş tüm istemedikleri Atatürk tarafından o an bertaraf edilmiştir.

On kasım geliyor. Gene bu gelişme bölümleri dolacak. Dikkatle okunmasını dilerim.

O değil de, bizim Lebowski olsa o ne yazardı onu merak ediyorum..

Yav hangi Lebowski demeyin... Bizim Dude yahu...

efe

Mesothelioma Asbestos, Mesothelioma Cancer, Malignant Mesothelioma, Mesothelioma Attorney.
Mesothelioma