doktor&hesapci

TGRT-FM de Cuma günleri saat 20.00 civarlarında yayına giren programın paralelinde fikir alışverişi için yapılmış bir blog dur. Yorumlarınızı bırakmakta nazlanmayın.

Wednesday, November 05, 2008

Özel Defterler

Paris’teki Pere Lachaise’e gidip gezenler bir mezar taşının üzerinde binlerce ruj izi görürler. Tabiî ki bu öpücüklü mezar taşı Oscar Wilde’dan başkasına ait değildir.Aynı yerde birçok ünlü isim yatar (Chopin’den tut, La Fontaine,Balzac,Moliere’ e kadar ne ararsan var). Diğerlerinde böyle sıra dışı bir durum sezilmez. Tabi Chopin’in mezarı başında keman çalan bir kadını ne kadar doğal karşılayacağınıza bağlı…
Blenheim’da Churchill’i görmek mümkündür…Bilmiyorum ama Lincoln’ün mezarıda var tabi… Napolyon’unda var… Söylemek istediğim insanlar ölüyor ve ardından onu sevenler yıllarca o mezarı ziyaret ederek sevgilerini dile getiriyorlar… Tıpkı benim Saint Marx’da Mozart’ı Requem eşliğinde aramama benziyor, adam kayıp olsa da…
Ayrıca Stalin için “abi ben sevmiyorum deyyusu” diyen birini kolundan zorla tutup “gideceksin ulan” diyip zorla Moskova’da kimse sürüklemez. Ya da Berlin’de hislerime hakim olamayıp “Vay be Hitler,büyük adammışsın” diye Tempelhof’da yapınsam, kimseyi ırgalamaz.

Bizde durum elbette ve her zamanki gibi farklıdır. Ne sevmeye müsaade vardır ne sevenin sevdiğini dilediği şekilde ifade etmesine izin vardır. Hadise sadece “El Mahkum” tarzı. Mesela Davul Eşliğinde Anadolu Halk Dansları Topluluğu mozole önünde gösteri yapamaz, ya da Devlet Opera ve Balesi de küçük bir arya ile ziyaret gerçekleştiremez, oysa bu medeniyet seviyesini bu ülkeye kazandıran Atatürk’tür. Bir mozole ve anıtkabir özel defteri… Başka bir şey yok. Hasbelkader anıtkabir ziyaretinde çişin gelse herhalde anıttepe eteklerine kadar tutman lazım olur. Çünkü hâşâ huzurdan oradaki bir helada abdest bozmanın kim bilir kaçtır had sopası…

Haliyle bir "anıtkabir özel defteri" var. Her gelen oraya bir şeyler yazar. Düşünce ve duygudan uzak kitsch standartlarla dolu bu defterde üç ana bölüm vardır. Giriş gelişme ve sonuç. Giriş ve sonuç bölümleri direkt olarak dogmalarla süslü statik cümlelerdir. Katiyetle değişmez. Ey büyük ata diye başlanır ve izindeyiz diye bitirilir. Usul böyle cari olagelmiştir. İşin sırrı gelişme bölümündedir. Bu bölümün Atatürk’le hiçbir alakası yoktur. Ziyareti yapan şahsın hasmına giydirme kısmıdır bu paragraf. Tabi bu giydirmede mutlaka Atatürk’ü kendi yanında olarak lanse etmek de bu bölümün edebi cihetidir.

Mesela bir üniversite rektörünün adı yolsuzluğa karışmış ise bu bölümde “hayatta en hakki mürşit olan ilmin usanmaz neferlerine irticanın kirli elleri uzanmak istemiş ancak senin ışığının bunlara mani olacağına inancımız tamdır” kabilinden bir yardırma yapar.
Ya da seçimlerden mağlup çıkmış bir sol parti lideri ise “ gericilerin kurduğun muasır medeniyeti ele geçirme çabalarının boşa çıkacağını” belirten kuramsal ifadeler kullanır.
Darbe gönüllüsü bir bürokrat ise “şanlı Türk ordusunun Atatürk’ün ilke ve inkilaplarına sahip çıkacağını” kasarak vurgu yapar.

Yurt dışından gelen resmi misafirlere de bu deftere bir şeyler yazmak zorunludur. Adamlar ne yazalım’ın derdinde değildir çünkü standart bir İngilizce metin vardır ,ceketinin iç cebinden çıkarır ve çaktırmadan onu deftere kopyalar. Onlarda böylelikle Atatürkçü olmuş ve doğru yola gelmişlerdir. Ordan çıkınca biat edip ilke ve inkilapları kabul eder sonra da “yamultay, borultay” gibi bir Türk ismi alır. Seramoni biter.

Kısaca bu gelişme bölümünde herkes kendi sorunlarını yazar, sömürü yapar ve mağrur edalarla kalemi bırakır çünkü sorunu çözülmüş tüm istemedikleri Atatürk tarafından o an bertaraf edilmiştir.

On kasım geliyor. Gene bu gelişme bölümleri dolacak. Dikkatle okunmasını dilerim.

O değil de, bizim Lebowski olsa o ne yazardı onu merak ediyorum..

Yav hangi Lebowski demeyin... Bizim Dude yahu...

efe

3 Comments:

At 9:07 AM, Blogger serender said...

Referanstan Nabi Yağcının yorumu:

Atatürk'ten Mustafa çıkar mı

Can Dündar'ın filminden daha doğrusu filmin kendisinden söz etmeyeceğim; birincisi filmi görmedim, ikincisi çok merak da etmiyorum doğrusu. Merak etmemem bu filmi ortaya çıkaranların sanatsal, fikri değerleriyle ilgili olmadığı gibi Mustafa Kemal'in kendisiyle de ilgili değildir. Elbette bir devletin kuruluşuna ve sonra da o devletin ideolojisine, fikriyatına ve hissiyatına damga basmış bir siyasi liderin hakkında film de yapılabilir, belgeseller de çekilebilir, şimdiye dek hiç bilmediğimiz kişilik özellikleri kitap veya film olarak ortaya konabilir; ortaya konuş biçimi çok sanatkârane, çok ustalıklı, çok incelikli, çok çarpıcı da olabilir. Bunlar olabilir kuşkusuz. Filmin arka planıyla ilgili tartışmalar da beni ilgilendirmiyor. Kısacası ilgilendiğim "Mustafa" filmi değildir, bu film çok başarılı da olmuş olabilir. Beni ilgilendiren konu Atatürk'ten bir Mustafa'nın çıkıp çıkamayacağı meselesidir. Bu ise ne bu filmle ne de Atatürk'ün şahsıyla alakalı bir meseledir.
Belki de beni alakadar eden şeyin film ile ilgili tek yanı bu filmin adından ibarettir. Bu ülkenin tüm resmi meydanlarının orta göbeğinde, kamusal alanlarında tek tip heykelleri, büstleri olan, bütün resmi dairelerde, kullandığımız paralarda, miting meydanlarında taşınan bayraklarda tek tip resmi olan, başkent Ankara'nın orta yerinde Kâbe gibi ziyaret edilen bir anıtmezar içinde yatan, özel bir kanunla korunan bir insan olarak Atatürk, Mustafa olamaz. Olmasın anlamında değil, isteseniz de olamaz, yüz bin kitap yazsanız, onlarca film yapsanız da olamaz, Atatürk'ten Mustafa çıkarılamaz. Olamazlığın nedeni film yapımcılarının, yazarların yaratıcı yetenekleriyle ilgili olmadığı gibi Mustafa Kemal'in şahsıyla da ilgisi yoktur. İlgi, Mustafa Kemal'den Atatürk yaratanlara ilişkindir.
Prototip bir Atatürk imajı yaratıldı, bir çocuk bile çalakalem bir Atatürk profili çizebilir size; çamuru yoğurup az buçuk heykel yapmasını bilen biri de bir Atatürk heykeli çıkarıverir. Ortaya çıkan şey bir insanın profili değil kafalarda yaratılmış tek tip imajın profilidir. Bu profilin içine, göz gibi gözleriyle, dudak gibi dudaklarıyla kaşlarıyla, karakter özelliklerini yansıtan mimik çizgileriyle gerçek insanı yerleştirmek olanaksızdır. Atatürk'ü herhangi bir insan gibi, yiyip içerken, gezerken gösteren sayısız fotoğrafı vardır ama o fotoğrafa bakanların gördükleri senin benim gibi bir insan değil, tepesine kutsal bir hale yerleştirilmiş insan-üstü bir varlığın imajıdır.
Atatürk'ün insani yönü vurgulanarak Atatürk heykellerine can verilemez. Mesele objede değil objektiftedir, görülende değil görendedir. Sorun kendine güvenmek yerine o heykellerin koruyucu büyüsüne güvenen, başı ağrıdığında çareyi Anıtkabir'in mistik havasına koşmakta bulan, bir kurtarıcıya, koruyucu meleğe gereksinim duyanların algı dünyasıyla ilgilidir. Onlar bir insan olarak kendi güçlerinin farkına varmadıkça Mustafa Kemal, Atatürk olmaya devam edecektir. Film etrafındaki tartışmalar da bunu göstermiyor mu? Bu büyü bozulacak diye Deniz Baykal'ın ödü kopuyor.
Bu nedenle kanımca Can Dündar'ın filmi, içeriğinden ve kendi mesajından bağımsız olarak salt ismi nedeniyle Atatürk ile "Mustafa" arasındaki paradoksu göstermesi açısından, salt bu açıdan ilginç sayılmalıdır. Bu paradoks sivilleşememiş yani kendine güven kazanamamış toplumumuzun çok düşündürücü sosyal psikolojisinin ürünüdür. Bu sosyal psikoloji gerçeklikle bağını yitirmiş insanların ruh halidir. Büyüdüğünün farkında olmayan ana kuzusu insan hali. Kendine ait bir dünya kuramayan, kurulu dünyanın dışına çıkmaktan tedirgin olan, çıkanları ise kendinin düşmanı sanan, özgürlükten korkan insanların ruh hali. Acıklı bir durum.
Öte taraftan, hocalara, şıhlara, şeyhlere, üfürükçülere tapıncı kırmaya soyunmuş bir insanın sonuçta kendisinin tapınç konusu bir put haline gelmesi, getirilmesi herhalde o insanın kendisi için de çok acıklı bir durumdur. Atatürk'ün de insan olduğunun gösterilmesiyle, güler yüzlü Atatürk portreleri çizmekle bu paradoks aşılamaz. Bunu gösterme gayreti ve bu gayretin etrafında yapılan tartışmalar bile bu büyük çelişkinin ne denli içselleşmiş, incelmiş bir nevi panteist, (kamu-tanrıcı) bir dinin, gizli bir totaliter ideolojinin ürünü olduğunu görmeye yeter.
Cumhuriyet'in kuruluşunun üstünden 85 yıl geçtiği halde etnik kökeni, inancı, fikirleri ne olursa olsun sırf insan olmaktan gelme bir sevgiyle birbirlerini seven bir toplum ortaya çıkaramamışız, hatta gidiş tersine. "Atatürk'ü güler yüzlü Mustafa yaparsak bu, olur" diye mi düşünülmekte acaba?
Özcesi sorun ne Mustafa'da ne de Atatürk'te, sorun bu kamu-tanrıcı Atatürkçülükte.

blogu takip ediyorum ama yok doktor sana programda selam bile vermeyeceğim.. yok despot da demeyeceğim ama ..
hep kesiyorsun yorumlarımı hatta en sonunu keşke okumasaydın..hııhh

 
At 7:08 AM, Anonymous Anonymous said...

efe abi yazılarını büyük keyifle okumaya devam ediyorum. yardırmaya devam.. :)

 
At 5:30 AM, Anonymous Anonymous said...

eywalla Emre... yorumun için teşekkür ederim. hatta kal..

 

Post a Comment

<< Home

Mesothelioma Asbestos, Mesothelioma Cancer, Malignant Mesothelioma, Mesothelioma Attorney.
Mesothelioma