doktor&hesapci

TGRT-FM de Cuma günleri saat 20.00 civarlarında yayına giren programın paralelinde fikir alışverişi için yapılmış bir blog dur. Yorumlarınızı bırakmakta nazlanmayın.

Saturday, December 29, 2007

2007 biterken

Şimdilerde Radikal Cumartesi de yazan Ayça Şen bir zamanlar çalıştığı dergi için röportajlar yapar ve de sonuna 7-8 maddelik bir bölüm koyardı. Başlığı da "bu röportajdan çıkartılacak dersler" olarak belirlenmişti. En güzel kısmı da burasıydı..

Bir aydan fazla zaman oldu tembel doktorunuz, tembel programcınız olarak iki satır yazı yazamadım. Yazamayacak kadar meşgul ya da depresif de değildim üstelik. Yine de elim varmadı. Ve bazı sonuçlara vardım.

Blogu yalnız bırakma neticesinde alınacak dersler:

1. Efe gibi bir yorumcu kazandık ki derya deniz. Umarım bir gün tartışma halimiz olmaz kendisi ile.Zira çok çalışmak gerekir sağlam bir tartışma zemini olması için.
2. Canan yine ilgiyi çekti. Ama bu defa çok daha düzgün ve oturaklı cümleler ile yazmış yazısını. Fikri yönden aynı olmayabiliriz ama mevcut tavrını olumlu buldum. Böyle kalsın.
3. Belgin ve Efe kendimi nasıl da fena ve küçük hissettirdiler. Abi lizst ve Chopen yorumcuları arasında tebarüz etmiş olanları bile bilmekteler ki..Anneee diye dağlara vurasım geldi.
4. Mazhar a hak veriyorum. Sahibi blog ile ilgilenmezse o ne yapsın.
5. Bu yazı bir dönüş sözüdür aynı zamanda. En azından 15 te bir yazı güncellenecektir..

2007 den alınacak dersler:

1. Ne dersi koçum siz sağ salim kapağı 2008 e bir atın da görüşelim.
2. Kendi adıma, oto sansür olmadan sağlam programlar yaptığım bir yıl olarak kendini gösterdi.
3. Demokrasi acıtır. Bazılarını daha da çok
4. En iyi yara iyileşmesi açıkta kendine kendine bırakarak oluyormuş. Müdahale yaranın kapanmasını da geciktiriyor ve bir yandan da yanlış kaynamalara sebep oluyormuş.
5. Malezya olunacak diye Malezya olunmuyor ama marazya olunabiliyormuş.


Muşmuşları devam ettirmek de nereye kadar..
İyi Seneler.
Doktor

15 Comments:

At 12:17 AM, Anonymous Anonymous said...

2007 yi uğurlarken ben geçen haftaki programda söylediğim ancak programın doğasını bozmamak adına devam ettirmediğim bir tezimi burada biraz açarak bu yıl ki yazılarımı noktalamak niyetindeyim.
Tabiî ki doktorumuz doktordur, finansal ayrıntıları ezberlemesini bekleyemeyiz, e haliyle hesapçı’danda. Ekonomi doktoruyum, benim bilmem normal.

Sorumuz “Amerikan ekonomisi artık egemenliğini yitiriyor mu? Dolayısıyla bizim süper güç tahtından ineceğinin SİNYALİNİ mi verdi? ”
Hemen yarın Amerika çöküyor demiyorum ama algılama da nedense böyle gözüktü.

Borsada hisseler yukarı trendini tamamlamadan evvel aşağı dönüşünün sinyallerini verirler. Bunlara grafiksel olarak “dönüş formasyonları” oransal, istatistiksel ve finansal olarak da “güç boşalması” diyoruz.


Bilmemiz lazım gelen en birinci şey şudur: Amerikan Merkez Bankası(FED) dünyaya hükmeder, diğer merkez bankaları kendilerine. Dolayısıyla FED öyle böyle bir kurum değildir. Neredeyse 50 trilyon dolara yön veren bir yerdir. Yani bizim çeyrek puan faiz artışı diye duyduğumuz haberlerde FED başkanı belki kalp krizi geçiriyor.Yani Fed başkanı ise duruma göre müdahale eder,istemezse müdahale etmez bırakır dersek,bu ancak Zimbawe merkez bankası için geçerlidir.Olamaz, Fed her şeye müdahale eder,etmelidir,etmek zorundadır,bu bizim yani dünyadaki tüm ülkelerin hayrınadır,yoksa bir süper güç zayıfladığında savaş çıkmadığı olmuş mudur kuzum?


Petrol krizi finansal bir kriz değildir ve finansal olmayan hiçbir krizle 21. yy da ülke ekonomisi sarsılmaz. Almanya Euro’ya geçerken ekonomisinde % 100 bir değer artışıyla karşı karşıyaydı. Almanya Merkez Bankası Başkanının canlı yayında dinlediğim terleyerek söylediği şu sözlerini hiç unutmuyorum: “geçici bir krize girebiliriz ancak umarım bu mali olmaz” demiştir…


Evet Mali-Finansal krizler olur biter ama toplamak zordur,uzun sürer.
Ham madde ve ürün krizleri ise daha çabuk toplar. Büyük Buhran dediğimiz yıllarda ekmek dahi bulamayan Amerikan halkı kriz bitiminin ertesi senesinde kendi evinde oturan arabalı insanlara dönüşüverdi.

Şimdi işte, Amerika’da ekonomik veriler de sıkıntı var.
Mortgage amerikan halkını tüketime yönelten cazip –doktorun deyimiyle komik- bir olay iken, finansal açıdan mükemmel bir piyasadan para çekme makinesidir. Yani olağan üstü bir zeka olan Eski FED başkanı Greenspan’in buluşudur aslında.

FED mümkün olduğunca para basmamak olanı yönetmek isteyen bir kurum, zaten piyasada yeterince dolar var. Ancak talebi karşılamak içinde cebinde parası olması gerekiyor,yani 100 milyar dolar değil bu rakam. Tam 2 trilyon dolar. Yani devasa bir güç. Para bassa,global faiz ve enflasyon darmaduman olacaktır.Doları piyasadan kolay çekemiyor çünkü büyük kısmı Japon ve Çin bankalarında bağlı durumda.İhracat ithalatın altında kalıyor.
Ne yapacak?

Amerikan halkında var olan parayla bunu çevirecek. Mükemmel bir çözümdü. Herkese ev satıldı, ödemeler işliyordu. Ta ki Irakta ki bütçe günde 1 milyar dolardan 2 milyar dolara çıkınca, Mortgage gibi basit finansal sistem FED’in ayağına dolandı. Yönetemedi,paralar aktarıldı,Dünya piyasasında toplam 2,7 trilyon dolarlık para akışı oldu.Bu hiçbir krizde olmamıştı.
FED tüm düşmanlarına açık guard’ta yakalandı.
Her nedense ABD Türkiye ilişkileri bu açık guard ertesinde düzeldi. ABD Iraktan çekilmeye yerini taşeronlara bırakmaya karar verdi.

Amerikan Ekonomisi çökse en çok bizim ulusalcı yamyamlar sevinir, en üzülende herhalde ben olurum.Çünkü yerine gelecek bir gücün olmadığı bir durağan dönem başlar.Herkese zararı dokunur.Bir de hatıralarımız var oralarda gidip tazelediğimiz.

Ama kim ne derse desin Amerikan ekonomisi gerileme dönemine girmiştir. Daha ayrıntılı kanıtlarım ancak uzun yazmak istemiyorum.

Doktorun iltifatlarına çok teşekkür ediyorum. Kendisi de 2007 yılında çok zevkli anlar yaşattı bizlere. Burada başta Mazhar olmak üzere tüm blog yazarı arkadaşlarımızın yeni yılını tebrik ediyorum.

 
At 6:30 AM, Anonymous Anonymous said...

Adettendir, yazmak lazım. En nihayetinde yürürlükte olan takvime göre yeni bir yıla başlıyoruz. Yazmak lazım; ama daha oturaklı aklı başında cümlelerle. Artık şu görülüyor ki program da blog da belli bir kemale erişti. Öyle dangul dungul ifadeleri kaldırmıyor. Her şeyden önce 2007 program açısından harika bir yıl oldu. Yıllardır boğazımıza dizilen sözler daha bir rahat söylenir oldu. Diğer yurttaşları bilmem ama biz kendimizi gerçek bir demokraside yaşar gibi hissettik. Burada en büyük pay tabiî ki doktorun ve hesapçının. Minnettarız. Türk yayıncılık tarihinin gelmiş en geçmiş en liberal, en demokrat programını yapıyorlar. Harbi, dobra ve delikanlıca.
Program her geçen onlarca yeni dinleyiciye ulaşıyor, bunlardan bazıları sesli dinliyor, bazıları sessizce, bazıları da programın olmazsa olmazı derecesinde yer tutuyor gönüllerde. İşte Efe, işte Keş, işte Mustafa Ceylan ….daha niceleri. Efe dostumuz engin birikimini kamu aleme açarak büyük bir incelik gösteriyor. Yazdıklarını keyifle okuyor ve devamını bekliyoruz. Bu arada Kafadar’ın geçen hafta yarım ağızla anlattıklarını doğru anlayabildiysem. Programımız hayırlı birlikteliklere de vesile oluyormuş. Ne güzel.
Gelelim memleket meselelerine; 2007 irticanın sonu olmuştur arkadaşlar. Şimdilerde Pakistan’da Müşerref’in kendi gerekliliğini izah etmek ve için sığındığı dinci terör deyimi bu memlekette artık kimsenin gerekliliğini izah etmeye yetmeyecek.
2007 memleket tarihi için çok önemli bir yıl olarak anılacaktır. Geçmişin derinliklerine gömdüğü bazı simalar, (onları görmeyecek olan nesiller için ne büyük mutluluk) adeta bir devrin sonuna tanıklık ettiler. (adlarını anmayacağım) Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde cereyan eden olaylar silsilesi milletin nazarında ak koyun ile kara koyunu ayırma da çok faydalı olmuş. Türk demokrasisi başka hiçbir şekilde atamayacağı kadar ileri bir adım atmıştır.
2008 den mi yoksa hükümetten mi beklemeli bilmiyorum ama daha çok demokrasi, daha müreffeh bir yaşam ve daha çok zenginlik lazım bu ülke insanına. Hayırlısı olsun.
Selam ve hürmetlerimle Mazhar.

 
At 8:41 AM, Anonymous Anonymous said...

1934 ilkbaharının son günleriydi.Louisiana kırsalının kenar kasabalarından Arcadia bölgesinde stabilize yol kenarında delik deşik olmuş bir Ford Sedan içinde delik deşik olmuş biri 25 yaşındaki esmer genç ile 24 yaşındaki sarışın kızın kana bulanmış cesetlerini görmek için halk sabırsız bir bekleyiş içindeydi.Bu iki genç Bonnie ve Clyde’dan başkası değildi.

Serseri ve asi tabiatlı: Clyde ve ona tutkun deli bir kız: Bonnie.

Büyük Buhran’dan yeni çıkmış olan Amerika, hemen akabinde iki bedbaht’ın ilginç hikayesine var gücüyle adapte olmuştur. Bu eğlenceli ve zevkli takip onlar için Buhran’dan çıkışın partisine dönüşüverdi adeta. Çünkü Medya’da artık ekmek bitti,su zehirli haberlerinden bıkmıştı. Herkes razıydı. Hikayeyi asla Bonnie ve Clyde başlatmadı. Clyde sadece bir polisi kazara vurmuş ve beraber kaçmaya başlamışlardı. Halk ve özellikle Medya biraz çerez istiyordu.Ve biraz bira… İşte parti…

Bonnie ve Clyde yaşları gereği kanı kaynayan iki delikanlı. Gazetede kendilerini gördükten sonra artık meşhur birer soyguncuydular. Halk daha elli sene önce Jesse James’in kahramanlıklarından bahsederken şimdi Bonnie ve Clyde’dan bahsetmeye başlamıştı.

Küçük marketleri,manavları ve diğer küçük dükkanları soyan bu gençlerin adları “banka soyguncusu” olarak gazetelere geçti. Eline silah alamayan ezik kız Bonnie ise “puro içen adam öldüren bir sarı çıyan” olacaktı. Ayrıca akrabalarından ve halktan bile çeteye katılmak yolunda yoğun talepler oluyordu. “şöhret”… Ve bazıları çeteye katılmıştır. Sonra ölmüş veya tutuklanmıştır.

Bonnie ile bir kez konuşan; gazeteler için aranılan adamdı. Yada Clyde ile bir sigara içen. Hemen röpörtaj verirler ve ertesi gün ki gazetede fotoğrafları çıkardı. Bunların sayısı yüzlerce idi. Çünkü artık şöhret olduğunu düşünen Bonnie ve Clyde halkla kontak kurarlar ve gazetelerin kanalize ettikleri doğrultuda suç işlerlerdi. Fena gaza gelmişlerdi.

Öldüklerinde Bonnie’nin üzerinden 52, Clyde’ın üzerinden ise 55 mermi çıkmıştı.Üzerlerine tam 177 mermi sıkılmıştı. Polisler meşhur oldu. Gazetelerde resimleri çıktı. Ama isimleri Bonnie ve Clyde’ın yüzde biri kadar bile yaşamadı. Onlar partiyi bitirmişlerdi.

Aradan 33 yıl geçmişti. Yönetmen Arthur Penn, bütün kızların aşık olduğu aktör Warren Beatty ve erkeklerin hayran olduğu sarışın Faye Dunaway ‘i kamera karşısına geçirdi. Biraz gerçek ve gerisi yalan bir film çekti. Bonnie sıska çirkin bir kızdı ve ezik biriydi, kendine güveni yoktu,silah tutamaz,hele hele adam hiç öldüremezdi.Romantik bir kızdı. Cylde’ı seviyordu. O ne derse oydu. Ama Faye Dunaway makineli tüfekle kelle alan,Clyde’a gerekirse fırça kayan bir güzellik abidesi aslan parçasıydı. Clyde ise asla kimseyi öldürmek istemeyen biriydi.Ama bir kere başlamıştı. Ve sonu gelmedi.Herşey özgürlük içindi. Warren Beatty her ne kadar gerçeği biraz yansıtsa da, Banka soymayan bu gençler filmde bankadan çıkmaz oluyorlardı.

Amerika 1960’tan başlamak üzere politik ve toplumsal bir çalkantının içindeydi. Irkçılıktan Feminizme,savaş karşıtlarından vatandaşlık eylemlerine kadar toplum sıkıştırılmış bir psikolojide patlama noktasında idi.
İşte böylesi bir Amerikan gençliğinin ortasına bu film Atom Bombası gibi düştü. İlgilenen ilgilenmeyen herkesi çarptı. İlk kez beyaz perdede aşırı bir şiddet görmüşlerdi ve hikaye gerçekti. Bonnie ve Cylde ikinci kez medya önündeydi. Onlar artık birbirine aşık kahramanlardı.Her şey tekrar konuşuldu. İnsanlar içlerindeki kini devlete kusmaktan vazgeçmiş adeta çıldırırcasına suça yönelmişlerdi. Ve bunu gören herkes bundan hissesini almaya karar vermişti. Özellikle uyuşturucu satışı tarihin en fazla satışını o zamanlarda yapmıştır. Hem de en saf katkısız haliyle… Silah satışları patlamış,bireysel silahlanma katlanmıştı… Hollywood artık North by Casablanca gibi filmleri değil artık GodFather gibi şiddet içeren filmlere soyunmuştu…Ve kapalı gişe oynuyorlardı.

Amerikan Hükümeti derin bir soluk almıştı…. Suç önemli değildi, yeter ki bölücü fikir olmasın…

“Bonnie ve Clyde’’ deriz geçeriz…

 
At 3:01 AM, Anonymous Anonymous said...

İyi senelerde olsun...

Doktorum, Belgin Hanım ve Efe Bey'den korkmanıza gerek yok, tartışma ihtimaliniz düşük, zira aynı kafalardasınız.

Yeni yılda tavsiyeleri dikkate almama kararı almıştım ben de (ne tesadüf!!!)

Yeni yılla ilgili dileklerim; program devam etsin, Akp ne olduğunu anlamamızı sağlayacak icraatlarda bulunsun-da rahat edelim- Mor ve Ötesi sevdiğim bir gruptur eurovision'da başarılı olsun, ütopik ama benim afili örgürlükçülüğüm gelsin, Yök diyanetle brlikte kapatılsın, programa yeni Şükrü bey'ler bekliyoruz (doktor için), ESHOT sıkıyor İzulaş yeni otbüsleriyle Tınaztepe'ye daha çok el atsın, mahalle baskısı olacaksa kilolulara olsun böylece insanlar daha az yemek yesinler, emekli yaşlı amcalarımız İzmir'e toplanmaya devam etsin veee Fazıl Say ve türevleri gitmesin-yurt dışındakileri de bekliyoruz-!!! canan

 
At 6:23 AM, Anonymous Anonymous said...

Bucanın yaban mersini canan hanımı karşıyaka taraftarlarına havale ediyorum...

 
At 11:53 AM, Anonymous Anonymous said...

KURU İNAT

Kanada’da yaşayan bir arkadaşım var.
Yıllardır ABD’ye sınır bir kasabadaydı, büyük şehre taşındı.
Oradaki bir uygulamadan sözetti.
Bir mahallede, bir apartmanda, birkaç aile bir araya gelip, biz çocuklarımızı kendimiz okutacağız. Binanın alt katını, ya da şurayı okula dönüştüreceğiz, dedikleri zaman kamu otoritesi de yardımcı oluyormuş.
Hatta kendi okullarında her bir öğrenci için ne kadar masraf ediyorsa, öğrenci başına düşen parayı çocuklarını kendileri okutan aileye veriyormuş.
Bizde böyle bir teklifte bununamazsınız.
Bırakın mahalle arasında, apartman girişinde okul açmayı..Çocuklarını özel okullara gönderenleri teşvik etme işini bile beceremedik.
Hep sözünü ettik, hep konuştuk, tartıştık beceremedik.
Devlet olarak diyemedik ki, biz bir çocuğa yılda şu kadar masraf ediyoruz. Siz çocuğunuzu özel okula göndererek bizi bu kadar masraftan kurtarıyorsunuz. Buyurun size çocuk başına bu kadar katkı, diyemedik.
Tevhid-i tedrisat deyince, eğitim birliği deyince sıradan bir kuraldan ya da ilkeden sözediyormuş gibi değil, kutsalmış gibi, ilahiymiş gibi tepki verenlerimiz var.
Muhasebesini yapamıyoruz.
Nereye varmak istiyorduk, nereye vardık.
Maksat hasıl oldu mu.
Vazgeçsek ne olur.
Sanki federasyon-üniter tartışmasından daha hassasmış gibi davranıyoruz.
Bu korkudan kurtulabilsek, madem özel okul takıntısı var..İk iş olarak ilköğretimi belediyelere, özel idarelere bırakabiliriz.
Her yerde aynı olması da şart değil.
Filan ilçede kaymakamlığa bağlı bir okul olur, falan beldede belediyeye bağlı.
Bir başka yerde kooperatife bağlı.
Bir başka yerde vakfa bağlı.
Bir başka yerde bir kamu kurumunun okulu. Mesela TTK İşletmelerine ait bir okul.
Personel de merkezden gitmeyecek.
Herkes öğretmenini, müdürünü, uzmanını kendisi bulacak.
İşvereni kendisi olacak.
Yine bakanlık denetlesin.
Ortak dersler dışında her okula serbestlik tanınsın.
Okullar birbiri ile yarışsın.
Böyle bir teklife ilk tepki “olacak iş mi” olur.
Niye olmasın?
Sakıncası ne ki?
Merkezi yönetimin kontrolündeki okullar, kendisine 15 yıllığına teslim edilen çocukları arzu ettiği gibi zaten formatlayamıyor.
İşe yaramaz hale getirip bırakıyor.
Eğer -zaten- amaç buysa diyecek bir şey yok.
Amaç bu değil de, iyi niyetle yola çıkılmış ama başarılı olunamamışza..sistem zamanla dejenere olduğu için bu hallere düşülmüşse üzerinde düşünmeye değer.
Bir iki bölgede, bir iki semtte bu iş belediyelere bırakılır, kaymakamlıklara bırakılır, öğrenci sayısı kadar destek verilir ve sonuca bakılır.
Bu yolla başarı anlamında hiçbir şey yapılamasa dahi çocuklar ziyan edilmekten kurtulur.
***
Bir küçük not: Yine Kanada’da kilise okulundaki Müslüman bir öğrenci dersten kaytarmak için bir iki defa, camiye gidiyorum diyerek çıkmış.
İki gün sonra okul müdürü, “vakit namazları için camiye gitmeniz gerekmez. Vakit girer girmez kılmanız da şart değil. Alt katta mescidimiz var, ders aralarında orada kılabilirsiniz. Sadece cuma namazı için dışarı çıkabilirsiniz” demiş.
***********************************

"Bu yazı, bu programın dinleyicilerinin pekde yabancı olmadığı bir isme "AHMET SAĞIRLI'ya" ait. Hep yazmak istediğim yazıyı benden önce yazdığı üzülüyor aynı şeyleri düşündüğümüz için seviniyorum. Yazının aslı 10 Ocak 2008 tarihli Türkiye gazetesindedir. Az bilinen ama kalite yazan Sağırlı'yı yürekten tebrik ediyorum" Uyarısı için Mehmed'e teşekkür ederim Selamlar Mazhar

 
At 4:34 AM, Anonymous Anonymous said...

okul konuusnda benimde hayallerim var...
-sertifikalı eğitime geçilsin..
-kurslar yaygınlaşsın..
-kimse istemediği derse girmesin.
-herkes kendi alanında en iyi olabilecek ücreti kurslardan eğitim alsın.
-devlet eğitimden çekilsin.
-prangalı mahkumlar gibi haftanın 5 günü kurslar ve dersaneleri de katarsak haftanın 6 günü mecburen okul denen hapishanelere gitmek zorunda olmasın kimse
-sabah erken kalkamayanlar akşam okumak isteyenler ve özellikle online eğitim almak isteyenler de dikakte alınacak bir eğitim müfredatı belirlensin.
-öss çıkmazına girmeyeyim. o ayrı apayrı bir işkence ....

dikkatle takip ediyorum
herkese teşekkürler
serender

 
At 10:12 AM, Anonymous Anonymous said...

Casino Filminden:

Sam Ace Rothstein (Robert De Niro) : Bir işi yapmanın üç farklı yolu vardır. Bir yanlış yol, iki doğru yol, üç benim yolum…

Mazhar’ın geçen hafta değindiği; perde arasında kalan ve bana göre azami bir ehemmiyet arz eden konu: eğitim…

Şöyle Yirminci Yüz yılın başlarından bugüne doğru yolculuk ederek ilerleyelim…

Versailles Anlaşması masasında boynu bükük Almanya, 260 milyar altın mark savaş tazminatının altına imza atıyordu… Kaybetmişti ve ülkesinde hiperenflasyondan tutunda faiz patlamasına,d evalüasyona kadar her hastalık vardı. Çok kötü durumdaydı…Bitmişti…

Lenin, Troçki, Martinoff, Zinoviev…. Çarlık Rusyası yıkıldı… Rusya ne yapacağını bilmez halde, çok kan dökülüyor ve ekonomide çanlar kriz için çalıyordu… Sonra Kominizm..

Enola Gay’in onyedi ağustos sabahı gökyüzünden bıraktığı “little man” ve “fat man” isimli bombalarından sonra Japonya; tarihin görüp göreceği en büyük ziyanlardan biriyle karşı karşıyaydı…

Tekrar Almanya…İkinci Dünya Savaşı…Yine kaybedilmiş bir savaş… Artık 25 kilo 1000’lik mark ile yarım somun ekmek alınıyor. Lafa hacet yok… Almanya herhalde bir daha kendine gelemeyecekti…

Şimdi bugüne bakalım… Aradan yetmiş seksen sene geçti… Almanya dünya ekonomisinin “ikinci büyük gücü”, üçüncü Japonya… Rusya Dünyanın 60 sene “süper güç ikameliği” ni yaptı… Hey Hat….

Yahu Bizde savaştan çıktık.. Hatta birine girmedik bile, Ne atom bombası yedik ne de Bolşevik devrimi gördük… E nedir kuzum o zaman “problema”? Biz marazlı mıyız ki seksen senedir bir arpa boyu yol alamadık.. Hala ismimiz gelişmekte olan ülkeler listesinde… Ve ortalarda…
Sence sorun ne “Ulusalcı Kardeş” ?

Boyut Değişmezlik Kanunu diye bir şey vardır, Göz ile ilgilidir… Boyutları algılarken işin içinden değişken bin bir türlü faktör çıkar ama bir boyut değişmez…

Osmanlıyı yıktık… Hadi Osmanlı Gerici olsun, Gayri Medeni olsun… Hadi bilimden uzak mutaassıp olsun, hadi dogmalarla statükolarla yönetiliyor olsun… Hadi Olsun…

Peki şimdi biz neredeyiz kuzum? Muasır medeniyet seviyesi için en küçük bir rekor denememiz var mı çıtayı yükselten? Acaba Bilim adına süpürgeden ızgara dumanı yelleyicisi yapmaktan ileri bir buluşumuz var mı? Acaba depremde kağıt gibi birbiri ardına çökecek onbinlerce kılıksız biçimsiz getto binalarını Mimar Sinan mı yaptı? Acaba değişmez ve değişmesi dahi teklif edilemez ya da yazılı olmasa dahi onlarca ideolojik İnönü kalıntısı dogmayla Resneli Turgut’un Kıraathanesi mi yönetiliyor?

Yani seksen senedir bu okullarda adam yetişiyor… Hadi kurdunuz düzeni dediniz ki istediğimiz gibi fertler yetiştirelim diye.. Yahu bu makinede çıkan adam Ne sana yarıyor ne mala ne davara? Yani ne kuş ne deve!


Ne iş bilir ,ne bilim bilir, ne estetik bilir , ne saygı bilir, ne sevmeyi bilir… Hani bizim oralarda bir söz vardır “MO GELİP,MO GEÇİYOSUN” diye…Öyle işte..

Yani her gün kendi gazetelerinizde yok uyuşturucu yaşı şuna indi yok alkol kullanma yaşı buna indi,yok efendim öğrenciler şöyle yaptı, böyle yaptı diye bağırıp duruyosunuz.. Kuzum görmüyor musunuz ki sizin şişte olmaz bu kebab!

Ama hala eğitimde statükoya devam… Çocuklarınızı uzaylılar bu hale getiriyor değil mi? Sistem değil!

Çözüm ne “filemu” ?

Doğruyu yanlışı bilmem…
İşte Benim yolum…

“Eğitim ve Öğretimin birbirinden ayrılması…” Tıpkı laiklik gibi…

Milli Eğitim Bakanlığı’nın ismi değişsin… “Öğretim Bakanlığı” olsun… Tıpkı Orman Bakanlığı gibi… Yoksa Milli Orman Bakanlığı diye bir şey var mıydı?

Devlet şu “Eğitim” işinden vazgeçsin… Öğretimle yani Matematik,Türkçe ile ilgilensin…

Herkesin Eğitimi kişinin Ailesine yada Kendisine bırakılsın.

Devlet her çocuğa yllık 11000 USD harcamak istemiyorsa Özel Okullardan hala vergi almak ahmaklığından ve onları denetlerken sadece laiklik yönüyle değerlendirmekten vazgeçsin… Adam çoluk çocuğu bilim olimpiyatına hazırlıyorum diyor sen hala “beyni yıkanan çaresiz halk evlatları” diyorsun… Adama gülerler hatta tenhada yakalasalar döverler bile…

Devlet İnsan Eğitemez… İnsanı yine İnsan eğitir. Ama Devlet Standart bir Öğretim müfredatını illa takip edecekse etsin.. Buna mani durum yok… Amma şu İnönü İdeolojisi aşılama gayesi lütfen müfredattan çıkarılsın… Zorla güzellik olmaz…

İstediğimiz şey net:

“Fikri Hür Vijdanı Hür Nesiller”

Saygılarımla...

EFE

 
At 10:54 PM, Anonymous Anonymous said...

Kalemine sağlık Efe, Sağırlı’nın yazısını yaptığım gibi senin yazıyı da hem maille hem de fotokopiyle eşe dosta dağıttım. Söylediklerin doğru ve söylenmesi gereken şeyler. Her şeyin bağlı olduğu bir şey misali, bu iş düzelmedikçe hiçbir şeyin düzeleceği yok. Konuya devam edelim, malum sonra ki Cuma 14 milyon öğrenci karne alarak yarıyıl tatiline girecek. Bu yönüyle de sıcak bir mevzu sayılır.
Şimdilerde okullarda hummalı bir faaliyet var, rutinden farklı olarak bu sene ilk defa okul ve öğrenci bilgilerinin tamamı e-okul denilen interaktif ortama taşındığından karneler internet üzerinden basılarak dağıtılacak. Muhtemelen ikinci yarıyılda da “e okul” vatandaşa açılarak, öğrencisiyle ilgili her türlü taze bilgiye erişmesi sağlanacak. Çocuk hangi gün okulu asmış, ne zaman sınavı var, sınavdan kaç almış, kaç kitap okumuş, öğretmeni kim, öğrenci hakkında ki görüşler gibi, akla gelebilecek her türlü merakı giderecek bir çalışma “e okul”. Eğitim adına hoş sayılabilecek bir gelişme.
“Eğitim” ifadesini kurumsal kimlik olarak kullandığımı belirtmek isterim. Yoksa yapılan işin bu olmadığını, çok iyi bilenlerdenim. Dedelerimiz de “maarif” gibi aydınlık bir ifade’yi en karanlık günlerinde bu müessese için kullanmışlardı.
Rahmetli Necip Fazıl’ın sık kullandığı bir tabir vardır “kemiyet”. Satıhçılığı, hakikatte yerlerde sürünürken, görünüşte, aya eriştiğini zannetme durumunu anlatabilecek bundan daha nezih bir ifade bilmiyorum.
Bizim Eğitim’de böyle, kemiyette almış başını gidiyor. Bedava kitaplar, yeni yeni okullar, tadilatlar, güçlendirmeler, taşımalı,aşırmalı eğitimler, her okula bilgisayar laboratuarları, burslar, yardımlar, sınırsız internet bağlantıları, e okullar, e kayıtlar vs. vs. bilmeyen birine anlatsan aşmış bunlar abi der. Hatta ayıplarlar bizi eleştiriyoruz diye. İşin keyfiyet kısmı ise vahim, saklanamaz bir gerçek, eser ortada çünkü. Keyfiyet sahiplerine durumu havale ederek, işin kemiyet kısmına biraz daha derinlemesine göz atmak istiyorum.
Hükümet bütçeden en büyük payı eğitime ayırıyor. 14 milyon öğrenci 600 bin öğretmen ve sair personelle 15 milyon tüketicisi olan bir bakanlığa. Türkiye nüfusunun neredeyse dörtte biri bu bütçeden nasipleniyor. Buna rağmen OECD istatistiklerinde eğitim kalitemiz Tanzanya ayarında . Eğitim kalitesini belirlemeye yönelik bu verilere göre Türkiye öğrenci başına yaptığı eğitim harcamaları bakımından çok gerilerde yer alıyor. Bütçesinin tamamını eğitime ayırırsa, eh işte o zaman belki hatırı sayılır bir konuma gelebilir. Artan genç nufus, uzayan eğitim süreci ve farklılaşan eğitim talepleri karşısında devlet illa ben eğitecem! diye diretmeye devam ederse, şüphesiz bütçenin tamamını bu yolda harcamak durumunda kalacak ve kısa sürede topu atacaktır. Devlet bu yükü üzerinden atmalıdır, payidar olmağa falan niyeti varsa sistemi tutabildiği her yerinden halkın kucağına bırakmalıdır.
Daha minimize ederek, İstanbul’da 3000 öğrencisi olan ve ikili öğretim yapan bildiğim bir ilköğretim okulunun durumundan bahsedeyim. Öğrenci başına bir metrekarenin 5 de biri kadar düşecek alanı bile olmayan bu okulun ortalama yüz öğretmene 15 hizmetli personele ihtiyacı var. Tabi sınıf mevcutlarını olduğu gibi 50-70 arasında kabul edersek. Yok bölüp adam gibi 30 ar kişilik sınıflar yapalım derseniz ve mini mini yavrular gece karanlığında sokaklara dökülmesin tekli eğitim yapalım derseniz mevcut binadan 3 tane daha yapmanız gerekir ki normali budur. Neyse hayal kurmağı bırakıp elde olana bakalım. Bu okulun devlet tarafından maaşı ödenen 40 öğretmeni ve 1 hizmetli personeli vardır. Devlet okulun faturalarını ödemek ve çocuklara bedava kitap dağıtmak dışında pek bir şeyine karışmıyor. Okulun Müdürüne bu işi yürüt diyor ve çekiliyor kenara. Bu okulun yıllık ihtiyacı 300 bin ytl civarındadır, evde canı sıkılan birkaç hanımdan oluşan okul aile birliği ancak birbirlerini yemekle uğraştığından iş başa düşer. Bakan para almayın dese de müdür çatır çatır kayıt parası alır, almak zorundadır. Para bitince öğretmenleri toplar velilerden yardım isteyin der. Bu yardımın adı “Eğitime Katkıdır” Ecevit’in içine ettiği eğitime katkısı bu tabir kalmıştır. Bu iş böyle gider. Öğretmenlerin başarısı ve kalitesi topladığı paraya göre ölçülür. Muhtemelen en çok para toplayan öğretmenin takdir belgesi ile ödüllendirilmesini müdür kaymakamdan isteyecektir. Fırsat buldukça eğitim-öğretim işlerine bakarlar.
Bu okulda bir rehber öğretmen vardır ki hali içler acısı Avrupa’daki emsalleri 50-60 öğrencinin sorumluluğunu taşırken bu rehber öğretmen 3000 öğrenciden sorumludur. Bu da yetmezmiş gibi haftanın iki günü rehber öğretmeni olmayan bir başka okulda görevlidir. Sene başında öğrencilere bir anket uygulasa öğrenciler mezun olana kadar ancak onları değerlendirebilir.
Bu okulda kayıtlı ama herhangi bir sebepten okula gelmeyen öğrenci velilerine, çocuğunuz okula gelmezse şu kadar para cezasına çarptırılırsınız diyen mektuplar yollanır. Vatandaşa ölüm gösterilip sıtmaya razı olması istenir. Vatandaşın seçeneği yoktur.
İşte bu okulda tam donanımlı bilgisayar laboratuarları, sınırsız internet, vardır. Bilgilerin tamamı e okula aktarılmıştır. Bir aksilik olmazsa karnelerde internet üzerinden basılacaktır.

 
At 4:59 AM, Anonymous Anonymous said...

takdir ve tebrik etmekten ötede bir yorum yapamayacağım afedersiniz..

azcık eğilinde bizde bişeyler katalım diye de latife etmeme müsade edin lütfen :)..

gerçekten çok kaliteli tesbit ve öneriler...

teşekkür ediyorum..

 
At 4:32 AM, Anonymous Anonymous said...

CHP'NİN BİLMEDİĞİ
Baykal diyor ki "...erkek egemen bir toplum oluruz". iyi de zaten erkek egemen bir toplum değil miyiz?
Akp'nin yaptığı ise Cumhuriyet döneminde tam anlamıyla ortadan kalkmasa bile biraz olsun silikleşen erkek egemenliğine sözüm ona 'demokratik' bir hız vermek. Ve ortada bunu engelleyecek doğru dürüst bir muhalefet yok. Anlaşılıyor ki Baykal konuşmasından belli olan cehaletiyle hiç bir şey yapamayacak.
TANRI'NIN ADALETSİZLİĞİ
Cemil İpekçi'nin neden türban takamadığı ortada: çünkü o bir erkek.("kadın olsaydım türban takardım" )
Misal Osman Ünlü oturup da konuşmadıkça inancının ne olduğunu giyimiyle belli etmez. Onu ilk görenler için sadece bir insandır ve dikkatinizi çekerim ki bu giyimiyle de inancına göre işlediği bir günah yoktur. Ama AYNI İNSAN kadın olduğunda işler değişiyor; kadın giyimiyle "bağlılığını" illa da göstermek durumundır. (aksi halde şu şu kadar günah yazarım, yakarım, üflerim, püflerim, kadınlığını başına geçiririm,,vs) Peki kadın neden bu yükü taşımak zorunda?-Tanrı'nın adaletsizliği mi? Bunu soran kadın olmaz zira (Dorris Lessing) "kadınlar korkaktır çünkü uzun süre yarı köle olarak -bazıları da tam, kusursuz köle- yaşamışlardır"
Tarihini hatırlamıyorum ama Ahmet Altan bir yazısını 'korkmayın bu ülkeye şeriat gelmez, hem gelse bile ne olur ki? mis gibi şeriatımız varken cariyelerimiz de vardı üstüne bir de her akşam içerdik" demeye getirmiş ve korkunun gereksiz olduğundan dem vurmuştu.
Sonraki günlerden birinde ise aynı şeyi Doktor yapmış; o da nutuğunu "ahh keşke Malezya olsaydık, gıcır gıcır tarmvayımızın geçtiği bir şehrimiz olur ekonomimiz de iyi, eh daha ne olsun geçinir giderdik" demeye getirmişti. Sordum "kapanmak zorunda oldukları doğru mu ?" diye o sorumu okuduktan sonra Hesapçı'ya küçümseyici bir sesle "al işte" deyip de tepemi attırdıktan sonra soruma cevaben "...ama müslüman olan kadınlardan kapanması beklenir" deyivermişti. Yazdım "bir kez 'beklenme'si bile söz konusu iken sizin kalkıp da ekonomisinin iyiliğinden bahsetmeniz çok saçma" ama tabii okumadı. (o bunu işine gelmedikçe yapıyor)
Sorun ise şu: doktor ve Ahmet Altan gibi yaşlı amcaların gündem karşısında dinleyeni veya okuyanı olan İNSANLARA hitaben "korkmayın beyler" diye başlamaları ve yine sevşişiriz, yeriz, içeriz, üstüne üstlük kadınlarımız da kapalı olur demeleri.
Doktor Malezya'nın güzelliğinden bahsederken örtülmüş kadınları görmedi ve Ahmet Altan "içiyorduk ya" derken Osmanlı tarihine sultanın eşi olmaktan başka insanlığa hizmetiyle adı geçmiş bir kadın olmadığını fark etmedi. Avrupalarda ise sadece bir Maria Cruise yetişti. Bu gün-21.yy'da- bile Oxfort kadınların da beyinlerinin olduğunu ispatlamaya çalışmakta (açımdan ne kadar utanç verici). Bu tanrının adaletsizliği mi yoksa erkek egemen toplumların düzeni mi?
Yapılan bütün türban tartışmalarından sadece TİKSİNİYORUM! Kadınların baş örtüsüne ise karşı çıkıyorum; benim yanıma başı kapalı bir kız arkadaşım oturabilir ama dersime
başını örtmüş bir kadının girmesini asla ve asla istemem.
Akp'nin bu iğrenç tartışmaları erkek egemen bir toplumda erkek egemenliğini arttırmaktan başka bir şey değil ve bunun karşısında duracak hiç bir şey yok. Chp daha doğal olan insani değerlere sahip bir toplum modelini (kadınların beyinlerinin var olduğunun anlaşılması için artık bilimsel araştırmalara gerek duymayan bir toplum)sunmak yerine (bunu yapabilse türban kendiliğinden çözülür) takılmış plak gibi laiklik laiklik... deyip duruyor ve Akp de türban türban türban...
Çözüm basit; kadın olduğun için başını örtme kuralı din kaynaklı ise tanrı adaletsizdir o zaman dinin ilahi adalet söylemiyle çeliştiğini görüyorum(çelişen dine niye inanalım), eğer erkek egemen toplum düzeninin bir kuralı ise bizim buna uymamız zaten gerekmez.
Ahmak dostun olmasındansa akıllı düşman yeğdir di mi? hem ahmak dost, hem de akıllı düşman, üstüne bir de finaller! Depresyondayım

 
At 7:06 AM, Anonymous Anonymous said...

Efendim haftada iki yazı yazmak adetim değil… Amma şu; aklı kaidesinden aşağıda çalışan hanım yüzünden el kaleme gitmek mecburiyetinde kalıyor. Fuzuli Efendi’nin dediği gibi;

Söylesem kar etmiyor,
Sussam gönül razı değil…

Sevgili Akl-ı Meaş Fakülte Talebesi Canan!

Seni üniversitede okutan, çöpten ekmek toplayıp karnını doyurmak zorunda bırakmayan, genelevde çalışıp hayatını kazanmak zorunda bırakmayan bir Tanrı için konuşurken kelimelerini insaf terazinde – yok gibi sende- tart,

Taban tabana zıt görüşte olmana rağmen sana hem programda hem de blogda fikirlerini sunma platformunu demokratikçe ve serbestçe sağlayan iki insan -Doktor ve Hesapçı- hakkında konuşurken de hakaretten uzak çizgide durmanı tavsiye ederim.

Aksi halde ne olur?

Bu blogda kelime kelime bunun intikamını alırım.

Burası fikir platformu… Tabi senin bir tane bile yazında bunu göremedim o ayrı… Fikir yok sadece debelenme yazıyorsun… Sana bu devlet 200 000 USD para harcamış şimdiye kadar… Ananın babanın harcadığı da bir o kadar vardır.Devlet bu parayı mala davara yatırsa geri dönüşü daha kolay olurdu.

Bilmiyorsan biraz yazılanları oku… Ya da illa sabitsen bu blogda kendini yorma, git fakültenin kantinine al yanına iki üç kendin gibi arkadaşını ojenizi sürün kaşlarınızı çekin…

Al işte; eğitim hakkında yazdık bakın size kanıt Talebe! Canan bir daha okusun…

Bu yazdığın yazıyı esefle kınıyorum… Ayıp yahu…

 
At 5:01 AM, Blogger belgin said...

Kıçınüstü düşüvermenin gerginliği
H. Gökhan Özgün
07/09/2007
12yaşında bir kız gözümün önünde tesettüre girdi. Kapıcının büyük kızı. Geçen gün kapıcıya uğradım. Küçücük masada oturmuş tesettürlü küçücük bir kız gördüm. Başında yemeniden bozma bir türban. Mahcup bakıyor. Epeydir bakışları mahcuplaşmıştı zaten. Ama hicap yalnızca gözlerindeydi. Sonra bir baktım, başında türban.
Annesine sordum, 'Ne iş?' Annesinin taktığı başörtüsü müdür türban mı, ben bugüne kadar çözemedim. Siyasi terziliğim biraz zayıftır. Ama kızının başındaki basbayağı türban. Yemeniden bozma, ama türban. Hatice dedi ki, "Kendi takmak istedi". "Bu yaz Kuran kursuna gitti de." "Böyle mi bundan sonra?" diye sordum. "Bilmem" dedi. "Kendi bilir." "Okula gidecek zaten, çıkarır yine."
Tekrar küçük kızın yüzüne baktım. Bana sanki bir şeyler söylüyor gözleriyle. Sanki 'Ben artık büyüdüm' diyor. Gözlerinde yalnızca mahcubiyet yok. Mahcup bir GURUR da var.
Sonra düşündüm, bir genç kızın GURURUNU kaybetmeden büyümesi kaça patlıyor?
Kanyon'da kaça patlıyor, Akmerkez'de kaça patlıyor, Beşiktaş Pazarı'nda kaça patlıyor? Bu ilk patlamanın artçı patlamaları kaça mal oluyor? Kuyruğuna teneke takmadan, adamakıllı, hakkıyla, 'Batılı, medeni, merkezi' bir arzı endam, zevkiyle, ihtirasıyla, kültürüyle, eğitimiyle kaça patlıyor?
Hemen söyleyeyim. İthal bir kültür olduğumuz için, Batı'dakinin iki-üç misline. Eğitim işin içine girerse 10 misline kadar çıkar. Bu kıza GURURUYLA büyümek bir yemeniye patlamış.
Bedelini ödeyebilirsen hakkıyla 'Batılı' görünürsün. Bedelini ödeyemezsen, sınıfını her ayrıntıda üzerinde taşırsın. Merkezin kötü bir taklidi olursun. Bir de şehirde büyümüşsen, tasarım denen, birden fazla siyasi sembolü bir araya getirip siyasi değilmiş gibi sunma sanatından biraz çakozluyorsan, hep ezik hissedersin kendini. Sınıfsal ezikliğini hayatın her alanında, her anında yaşarsın.
Türban yalnızca kadının saçını örtmüyor.
Hepimizin ayıbını da örtüyor.
Altı üstü, ötesi berisi olmayan kültürümüzün, kültürsüzlüğümüzün ayıbını örtüyor.
Batı'da fakir yok mu? Çok. Batı da fakirine çok şeyi çok görmüş ama GURURU çok görmemiş. Bırakmış isteyen kendi kültürünü yaratsın. Altkültür yaratsın. Kendilerine merkezin dışında bir GURUR yaratsın. Onlar da yaratmış. Müzik yaratmış, kılık kıyafet, edebiyat, hayat tarzı, değer sistemi, dil yaratmış. Üstelik bunu o kadar iyi yapmışlar ki zaman zaman, yukarısı aşağının kuyruğuna takılmış.
Ve/fakat siz ne yapmışsınız? Merkezde kültür diye bir nokta yaratmışsınız. Buna Atatürkçülük adını vermişsiniz. Bu bir nokta. Bir 'espas', bir mekân değil, yalnızca bir nokta. Ve sonra, o noktanın dışında hiçbir şeye tahammül edememişsiniz. Avrupa'ya tahammül edememişsiniz.
Solculuğa tahammül edememişsiniz. Halbuki bu sizin altkültürünüzdü.
Arabeske tahammül edememişsiniz. Buradan bile size bir altkültür çıkardı.
Heavy Metal'ciye, Punk'a, gay'lere, transseksüellere, piknikçilere, edebiyata, sinemaya, sanata, cinsel özgürlüğe tahammül edememişsiniz.
Öz olmayan Türkçeye, boz olmayan tarihe tahammül edememişsiniz.
Altınızda kimin aklına ne çıkış yolu geldiyse, tahammül edememişsiniz.
Kim sizin gururunuzu ödünç almadan kendine bir GURUR SİSTEMİ kurmaya çalışsa, tahammül edememişsiniz.
Dünyanın en büyük şairlerinden birine, Nobel ödülü alan bir yazara, tahammül edememişsiniz.
Altınız, üstünüz, sağınız solunuz bomboş kalmış. Ordunun üfürüğüyle kendinizi yerden yukarıda hissetmişsiniz. Ordunun üfürüğü yetmeyince kıçüstü oturmuşsunuz. Buna da şaşırıyorsunuz.
Hiçbir kültür yok altınızda. Lise müdürü, albay, subay hanımı tiplemesinden başka. Altınız bomboş.
Evet, türban siyasi bir simge, ama anlamadığınız, yalnızca İslami bir simge değil. Sizin bütün tahammülsüzlüklerinizin simgesi. Sizin zorla boş bıraktırdığınız alanları sessizce doldurma çabası.
Evet bizler AKP'yi destekledik. AKP'nin altı üstü olduğu için destekledik. Önünde bir yol olduğu için destekledik. AKP, Türkiye'yi arzuladığımız demokrasiye götürür mü? Bunu kestirmek zor. Ama kesin olan bir şey var. Sizin Türkiye'yi götüreceğiniz hiçbir yer yok. Çünkü altınızda hiçbir şey yok. Kibrinizden üstünüzde de bir şey yok. Yani hareket özürlüsünüz. Ayaklarınız ve kafanız yok.
Sizin siyasi sonunuzu hazırlayan, benimle kapıcımı size karşı ortak eden şeyi en insani haliyle söyleyeyim. 'İnsanların GURURUYLA oynamak'. İnsanların gururunu düzenlemek, denetlemek, merkezden karneyle gurur dağıtmak.
İşin özeti çok yıllar önce bir minibüsün arkasında gördüğüm bir cümlede gizli.
'BİZE HAYAT YOK BU YAŞAMDA'
Yaşam sizin olsun, ama artık hayat da bizim.
Gerilmeyin canlarım, bu böyle olsun siz istediniz.
Örevizyon+Kuğu Gölü+Dede Efendi+bir-iki tangoyla yine iyi yol yaptınız.

 
At 2:03 AM, Anonymous Anonymous said...

islam dini maalesef çok uzun yıllar erkeksi fıkıh tacirlerinin tekelinde kalmış.bu da kuralların ve bu kuralların hayata geçiriliş amaçlarının çok iyi anlaşılmamasına sebeb olmuş.bu da özellikle birçok kadının safi niyetlerle boyun eğmelerini beraberinde getirmiş.erkek egemen bir toplum olmamızda içi boşaltılmış din anlayışının çok fazla etkisi olmuş.böylece hayata (türkiyeye)kadın olarak gelen her varlık zaten maça 3-0 yenik başlamış. aslında itaat edilen başka tanrılarmış.yanlışı farkedip düzeltmeye çalışan her kadın(birey)
ise asi ,meczup vs şeklinde damgalanıp,mutsuzlukla cezanlandırılmış.ve bunlardan kimileri pes etmiş çarkın acımasız dişlileri arasına bedenini ve ruhunu teslim etmiş,kimileri ise kanının son damlasına dek,savaşmaya yemin etmiş.gökten çok elma düşmüş .halen de düşmeye devam etmekte.sevgi ve ümitle.....FADİMEGÜL

 
At 10:07 AM, Anonymous Anonymous said...

efem ben deniz başörtülüyüm....
hepinize hürmetler sunarım...

canan hanım bakınız çok farklı renklerde de olsak insan ortak paydamız altında huzurlu vede mutlu yaşamamız pekala mümkün!

neden sizin gibi olmayanlara karşı incitici ve rahatsız edici bir üslubu benimsiyorsunuz anlayamadım doğrusu?

elbette istediğinizi düşünmek konusunda alabildiğine hürsünüz. fakat bunu yaparken başkalarının da farklı düşünme hakkı olduğunu görmezden gelemzsiniz..

art niyet olduğunu sanmıyorum ..sadece bana biraz çocukca geldi düşünceleriniz, dolayısıyla size kalkıp islamın kadına bakışını uzun uzun anlatmayacağım.. madem amaç bağcıyı döğmek ne dersem diyeyim bişey değişmeyecektir.

muhabbetle....

 

Post a Comment

<< Home

Mesothelioma Asbestos, Mesothelioma Cancer, Malignant Mesothelioma, Mesothelioma Attorney.
Mesothelioma