doktor&hesapci

TGRT-FM de Cuma günleri saat 20.00 civarlarında yayına giren programın paralelinde fikir alışverişi için yapılmış bir blog dur. Yorumlarınızı bırakmakta nazlanmayın.

Saturday, February 07, 2009

Son Yazı

Değerli Blog Sakinleri;

İnceden sebeplerden, iş yoğunluğumuzun yükünden tutunda ne kadar zamana dayalı mazaret varsa "hepisinden" ötürü, blogda bundan böyle yazamayacağım.Katılım sağlayan herkese, yazdıklarımızdan keyif alan her okura ve öncelikle imkanı sağlayan değerli dostumuz doktor'a teşekkür ediyorum.

Blogu yine sahibine devrediyorum.

Rastgele.

Efe...

16 Comments:

At 5:37 AM, Anonymous Anonymous said...

Yapma beeeee.
Ağlarım şimdi :p
Ama abicim doktor da bırakmıştı. Sen gene de bişeyler yazıver ya da ses kaydı yap bana gönder ben yazarım senin için!
(10 parmak yazabiliyom çok şükür.)
Bi düşün derim.
Yine de sen bilirsin.

 
At 7:09 AM, Anonymous Anonymous said...

Efe’nin blogu bırakması oldukça üzücü mazeretleri de oldukça geçerli. Hepimizin sık sık karşılaştığı bir durum. Aklı başında adamlar için yazarak fikir anlatmak, çocuk doğurmak kadar zordur diyen filozof ne kadar haklıymış meğer. Tabi nafakayı bu yolla çıkartanların durumu ayrı, bizim gibi kafayı ikiye bölüp yarısıyla yazacaklarını yarısıyla işlerini düşünmüyorlar. Birini yapsa çatır çatır parasını alıyor. Bunların arasında bir kısmı doğuştan şerbetli emsallerinin üçte biri kelimeyle daha çok kazanıyorlar. Bazıları da bu işten keyif alıyor. Yazdıkça hayat buluyor, bunların pek para pulla işi olmuyor. Velhasıl Efe arada bir de olsa bloga uğrayıp keyifli yazılarını paylaşır umarım. Bu blogda Efe imzalı yazıları bekleyen bir kitle hep olacaktır, bilsin.
Vaktiyle Sağırlı’nın bir Telekom yazısı vardı. Şirketin özelleştiğini ama icraatın “ devletlü” olmaktan vazgeçmediğini anlatıyordu. Benim bu devletlü ile olan ilişkilerim biraz sıkıntılı. Arada bir internet hattım kesilir , bazen kablosuz kullanıcı sayısı 12’yi geçti lütfen kablolu bağlanmayı deneyin dediği olurdu, bu sefer onu da demedi. Aradım, uğraştılar, sağolsunlar! programın son 5 dakikasına internet bağlantımı açtılar. Sorun mahallenin eskimiş altyapısından kaynaklanıyormuş. Bayan dedim; bu altyapıyı mahalle muhtarımı düzeltecek söyleyin de ona göre oy vereyim. Güldü. Sağırlı bu kesintilerin ücretlere yansıtılması gerektiğini söylüyordu, haklıydı ama dinleyen yoktu.
Geçen program tam benlikti top döndü dolandı hep bizim sahaya geldi, bende yerimde hopladım zıpladım ama bağlanamadım. Şu hammal olayı çok ilgimi çekti. Öncelikle üstüne basa basa hammal, diyen bu arkadaşın meslek jargonuyla alakası düşündürücüydü. Düzgün bir aksanı olan bu arkadaşın hamal kelimesini yerel bir ağızla telaffuz etmesi pek inandırıcı olmadı. Mektep medrese görmemiş bir vatandaşın eğitim olayına kutsallık izafe etmesi anlaşılır izah edilebilir bir durum, fakat bir hamalın eğitimin ideolojik boyutlarında saf tutması pek anlaşılır bir durum değil. Bu sebeple kendini hammal olarak tanıtan bu arkadaşın olsa olsa eğitim hamalı olabileceğini zannediyorum. Muhtemelen bir okul müdürü, şube müdürü yada eğitim bürokrasisinin herhangi bir yerinde makam sahibi olabilir. Belki bir hamalın ulusal değerlerimize(!) sahip çıkıyor olmasını arzu ettiğinden, yada doktorun karşısında kendisiyle birlikte mevkisininde perişanlığa sürüklenmesinden korktuğundan böyle bir yol seçti. Aslında ulusal değerlerimizi (!) savunan kitlenin (kısaca ulusalcı) tepkileri bakımından çok okumuş, az okumuş yada hiç okumamış olması pek fark etmiyor. Üç aşağı beş yukarı düşünceye karşı yaklaşık aynı tepkileri veriyorlar. Muhatabın durumuna göre hakaret ve tehditin dozajı değişiyor sadece.
Bu arkadaş modern bir hamal olmanın gereği olarak dava etmekle tehdit etti doktoru.(Bir önce ki noterleri üzerine salmakla korkutmuştu.) Normal bir memlekette adamı tımarhaneye tıkarlar. Neymiş bağırmak diyemezmiş. Anırıyorlar mı deseydi ? Basbayağı bağırıyorlar, her sabah. Sabilerin sesi mahalleyi inletiyor. İnletmezse tekrar ettiriyorlar. İstiklal Marşına karşı çıkıyormuş (muş) bu şekilde; öpsünler seni. Doktor anayasanın dördüncü maddesiyle çelişecek kadar saf mı geldi sana. Aklı sıra öğrenci andı ile İstiklal Marşını aynı kategoride değerlendirmek istiyor. Sok ilk üç maddenin içine öğrenci andı ülkenin varlığını birliğini bağımsızlığını temsil eder değişmez değiştirilemez diye, biz de susalım.
Beğenip beğenmemek durumu kişisel bir konudur. Herkesin her şeyi beğenme ve beğenmeme hürriyeti vardır. Bu hürriyeti hiç ama hiç bir şey kısıtlayamaz. Bir kişi İstiklal Marşını beğenmeyebilir. (Nitekim Cumhuriyette yazan emekli paşalardan biri senelerce selam durup dinlediği marşı beğenmediğini ifade etmişti.) bu beğenmeme durumu onu yasalarla belirlenmiş sınırların dışına sürüklüyorsa, yine kanun ve yasalarla sınırların içine çekilir. Kanunlar ve yasalar da mutlak doğrudur ve beğenilmelidir denilemez , Hukuk düzeninde her fert bunlara uymakla mükelleftir. Mevcut olana uyarak doğru ve güzel yasalar için mücadele edecektir. Vaktiyle Sami Selçuk mevcut anayasayı beğenmediğini ama uymak ve uygulamak görevi olduğunu belirtmişti.
İşte bu kadar; aç davayı bizde toplanıp gelelim, şenlik olsun !
Eğitim camiası öğrenci andı konusunda farklı görüşlere sahiptir. En azından değişmesi gerektiği konusunda konsensüs vardır. Milli Eğitim bakanı and ile ilgili çok şikayet aldıklarını belirtmiş milliyeti faklı olan öğrencilerin and okumaktan muaf olması durumunu yasalaştırmıştır. Bir öğretmen sendikasının bölge toplantısında 40 ilin temsilcileri öğrenci andının değiştirlmesi –kaldırılması için ortak bildiri yayınlamış. İki yıl sonra bir işgüzar tarafından dava edilmişlerdir. (Dava devam ediyor.) O dönemde Prof. Mustafa Erdoğan öğrenci andının hiçbir yasal dayanağı olmadığını tamamen bir CHP katakulli’si olduğunu yazmıştır. Buram buram faşizm dönemi kokusu saçan bu öğrenci andı ulusalcılar tarafından kutsal bellenmekte gayri kimse tarafından iplenmemektedir.
Selamlar Mazhar.

 
At 9:48 AM, Blogger RIDVAN said...

Dava açılsın, biz de gelelim kısmına ben de katılıyorum. GÜLMEKTEN :D
Arada bir yazı yazmak gerek.
EĞİTİM ŞART!

http://ridvaninblogu.blogspot.com/

bir gün bloğuma da beklerim.
saygılar
RIDVAN

 
At 4:54 AM, Anonymous Anonymous said...

Bir kere daha, Tahsilli Cehalet
Okuduğumuz fakültede Bahar adında bir kız var dı. Gerçek bir sarışın o ne çalım, o ne hava, boy, pos, endam, cilve, naz. (yok ben aşığı değildim, sıradaydım.) Bütün fakülte o kızı tanır ve konuşurdu. Her grupta muhakkak bir aşığı bulunurdu. Üniversite kantininde “ Sen benimsin bahar gözlüm” şarkısı sıklıkla çalınırdı. Bahar bütün albenisine rağmen pek zeki sayılmazdı. Sıklıkla değiştirdiği erkek arkadaşlarını söğüşlemesi onun hanesine yazılacak en net zeka ! belirtisiydi. İyi hatırlıyorum bir ara kantincinin oğluyla bile flört etmiş kantinde kendine ayrıcalıklı bir yer edinmişti. Gel zaman, git zaman akranlarımız okulu bitirdi gitti biz hala 1. 2. Sınıf derslerini vermeye uğraşıyoruz. Bahar’da okulu bitirdi ama gitmedi diğerleri gibi, üniversite de asistan (bilimsel adıyla araştırma görevlisi) oldu. Bir yıl daha geçti, bizde mezun olmak üzeriydik. Eskilerden bir bahar kalmıştı, tanıdık yüz. Ama bambaşka biriydi o artık. Çantacı dediklerimizden farklı olarak ona sekreter desekte Yeni yetmeler “Hocam” diyordu. Aramıza çok net bir fark girmişti Adeta geçmişini hatırlatan bizlerden kurtulmak ister gibi iki sınavımda bana yardım edip diploma almamı sağlamıştı.
Yıllar sonra aynı okuldan yeni mezun olan bir arkadaşa sordum Yardımcı Doçent oldu dedi. Vaktiyle asistanlık yaptığı kişinin karısı olmuş, küçük bir de kızı varmış. Kapısında da bir Einstein bir portresi. Bizim cilveli sarışın Bahar neler yapıyordu neler. Aptal değilmiş meğer. Evet güzel kızlar, hayata avantajlı başlarlar. (üniversiteyede)
****O bayana şunu sormak isterdim. Kendi anlayışınıza göre cahil bulduğunuz birini neden dinleme gereği duyuyorsunuz. Öyle rastgele radyoyu açtım ilgimi çekti falan, palavralarını biz yemiyoruz. Hem insan ilk defa dinlediği birine çıkıp öyle hakaretler yağdıramaz. Çünkü ne ile karşılaşacağını bilemez. Aslında sizin hakaretlerinizle örtmeğe çalıştığınız derin hayranlığı biz farkettik. Pisikolojide bu tip davranış bozukluklarının bir adı vardır. Doktor gerçek bir entelektüeldir. Ve nice kendini entelektüel sananların ağzı açık dinlediği iyi bir radyo programcısıdır. Bu davranış bozukluğunun hükmünü de vermiştir.
Tanıl Bora’nın “tahsilli cehaletin cinneti” yazısına bir fotoğraf gerekseydi “işte bu sizin haliniz olurdu hanfendi.” Selamlar Mazhar.

 
At 6:37 AM, Anonymous efe said...

Doktor için Yazı

Neden arıyorlar programı diye düşünmüş, sorgulamış ve belki de cevaplamışsındır kendi kendine. Ne kadarını okursun bilmem, bunlar sana.

Koestler’in meşhur lafı gibi “ bir yazarla yazılarını beğendiği için tanışmak istemek, kaz ciğeri ezmesi yemeyi sevdiği için bir kazla tanışmak istemek kadar aptalcadır”
Arayanların durumu da ister meraktan diyelim ister gaita refleksi diyelim, bir semerini atma sendromu olduğundan arama gereği duyuyorlar. Durum bu ama hikaye bu değil. Bu modanın hikayesi başka.

1920 nin mart ayındayız. Damat Ferit Hükümette. Divan Kurulmuş ve iki üç ittihatçı gangster asılmış durumda. Cağaloğlu’nda bir kahvede beş on İttihatçımuhabbete. Asılanlar için feveran etmekteler. O zamanın tüm aydınları bu çapulcuların kabahatli ve suçlu olduğunu bilmekte. İngilizler İttihatçıları tek tek cezalandırmak istemekte. Bu kahvedeki feveran neticesinde başlayan isyanlı yayılım, tüm cezaya müstahakların kahraman olarak kutsanmasıyla neticelenmiş. O zamanlar bu basit hadisenin ne denli büyük bir güç olacağının kimse farkında değildi.

Bu gaz ile yeni mecliste sesler yeni modaya münasip şekilde “ akı kara diye karayı ak diye” savunan ve bunda direten ve birçok mebus zevatın hatıratında bu tavrın defalarca kullanıldığına rast geliriz. Dünyanın en mantıksız fikirleri bu moda ile tutturabildiğine tutturduğu kadar mizanında dayatılma, geri durma şekliyle devam ede gelmiş ve nihayet Cumhuriyetin ilanıyla resmi bir üsluba olarak kalacaktır. Yoğun bir şekilde “ hakmış batılmış” saksıyı yormadan, bünyeyi işine geldiği tarzda yönlendirmiştir. Bütün kitaplar bu rahatlıkta yazılmış ve bütün kanunlar bu stratejide koyulmuş.

Üslup 60’lardan sonra keskinleşmiş, 70’lerden sonra buyrukçulaşmış, 80’lerden sonra hiddetlenmiş, 90’lardan sonra ise salyalanmaya başlamıştır. Son yıllarda Cassandra kompleksi kokan trend jargonlarda kendine kolayca yer bulmaktadır.

Bugün arayanlar yaklaşık 100 senelik bir moda üslubunun tekamül ve terbiyesiyle meydana gelen, “Anasının karnında öğrenilmiş halk parti militanizmi” program için aslında olmazsa olmazdır. Olmalıdır. Çünkü misal olmadan emsal oluşturulamaz. Ancak tatmin başka türlüde olabilir bu arayan eşhas için;


Kardeşim zaten hakem senden taraf, zaten penaltı kullanıyosun ve zaten kale kural gereği boş olmak zorunda. Neden abanıyosun? Plase’yi yuvarla gitsin!!!!! Kim itiraz edecek? Anayasa diye bişey var. Coşmana gürlemene,hakarete gerek yok. Maç zaten senin. Bunu bildiğin halde agresiflik yaparsan ezikliğin meydana çıkar. Aman fosil fakülte hocaları tarzında iniltili konuşman yeterli. Sonra kapat telefonu iç cigaranı, dinle kafadan bir Cemal Reşit Rey, ardına bir Adnan Saygun kitle. Bünyeyi doktora döktün zaten.

Derin bir Oh çek. Rejimi kurtardın gene akşam akşam. Kendini kahraman gibi hissedebilirsin. Bak 100 sene öncesine “ket vurduk”. Hani ağa babaların zamanına.

Bir de Ah çek, ah o güzel yıllar. 20’ler,30’lar… Herkesin chp’li olduğu, herkesin laik olduğu, herkesin tayyör etek giydiği ve ülkedeki köylünün bile ilke ve inkilaplara sıkı sıkıya bağlı olduğu, herkesin modern bir din anlayışı ve dünya görüşünün olduğu ah o eski yıllar de… İşte birde nostalji dramatizasyon. Efkar Mod ON. Bak sadettin kaynak’a geçiş. Kavun rakı.
Koymuşum Doktor’a beee, yaşasın cumhuriyet.

Bu erkekler içindi.

Kadınlar için ise diyecek kelime yok. Hem kadın, hem chpli ve hem de üniversiteliyse o zaman tabi tatmin zor olur. Sürtünme katsayısını düşürmek lazım. Yoksa acı oluşur ve tabiatıyla sesi de çok çıkmaya başlar. Gleit jel kullanabilir. Tavsiyem bu.

 
At 7:45 AM, Anonymous Anonymous said...

Vaktiyle Hint diyarında iş sahipleri, geceleri dükkanlarını beklemesi için dükkan önüne bir maymun bağlarlarmış. Bu maymunlar öyle sıradan hayvanlar değil tabi, eğitimli işin tahsilini yapan, uzman maymunlarmış. Hırsızı arsızı gördü mü, yaman bir bekçi kesilir, onu dükkan kapısına yanaştırmazmış. Türlü çıngar çıkarır bağırır, çağırır olmadı mahalleyi ayağa kaldırır. Velhasıl hırsızlar bu maymunların olduğu yere yaklaşamaz olmuş. Cümle hırsızlar el aman etmiş bu maymunlardan. Hırsızın biri, bir kuyumcu dükkanının önünden geçerken, kendisinde ki iştahın bekçi maymunu huysuzlandığını fark etmiş. Maymunun daha fazla hırçınlaşmasına fırsat vermeden karşısına geçip yere oturmuş ve gözlerini yummuş. Bekçi maymun da hırsızın yaptığı gibi yere oturmuş ve gözlerini yummuş. Maymunluk işte. Yumuş o yumuş tabi, bekçi maymun basbayağı uyumuş. Uyanık hırsız, kuyumcu dükkanına girip ne var ne yok almış götürmüş.
Ertesi sabah dükkan sahibi gelip de dükkanı soyulmuş ve maymunu uyur halde görünce eline bir sopa almış maymunu öyle bir dövmüş öyle bir dövmüş ki, zavallı hayvan bir hafta da ancak kendine gelebilmiş.
Bir zaman sonra aynı hırsız yine aynı dükkanın önüne gelip aynı numaraya başlamış, fakat ne mümkün; maymuna gözünü kapattırmak. Gözünü bile kırpmamış. Hırsız bakmış maymunun uyuyacağı yok, çıngar çıkacak çareyi oradan sıvışmakta bulmuş.
Aslında bu hikaye benim seçim sonuçlarını yorumlamak için tasarladığım yazıya ait bir hikayeydi. Fakat gel gör ki şu saatten sonra kimse, geçmiş seçimin sonuçlarını bu hikayeyle bağdaştırıp zihnini yormaz. Mühim değil, çünkü memlekette gelişen her hadise bu küçük hikaye ile izah edilebilecek kadar basit. Maymun gözünü açtı, hemşerim. Ne yaparsan yap artık eskisi gibi olmuyor. Muhtemelen 17 Mayıs mitingi de olmayacak.
Selamlar MAZHAR.

 
At 7:48 AM, Anonymous efe said...

Selamlar,

programda hatıra gelir mi bilmem ancak mühim bir mesele var ki geçenlerde sonu "iad" la biten -ama hangisi bilmiyorum- bir iş adamları örgütü çırak yokluğundan yakınıyordu. Ustaların,üstadların meslekleri elinde kalıyor; sekiz sene mecburi eğitimden sonra hiç bi çocuk kaideyi kaldırıp meslek öğrenmeye yanaşmıyor diyordu.

Öyle ya memleketin alayı atom mühendisi yada genetik uzmanı, nükleer tıpçı olacak ya.

Şimdi okumak mevzusu,rejimsel bir yaptırım. Bi boka yaraması önemli değil.Adamın bi baltaya sap olup olmaması da ehem-i mühimmatatan sayılmamakta.

İllaki her ananın doğurduğunun okul manyağı olması beklenemez. Zeka farklı,ilgi farklı,bünye farklı ama herkese sunulan tek alternatif. sadece okumaya müsait bir bünye varsa veledte ite kaka gidiyor. Diğerleri hayattan çekilmek zorunda kalıyor. Çocuk başarısızlığı tadıyor ve beyin okumadan adam olunmyacağına hükmettiği içinde serserlikle hayata devam ediyor. Çünkü adamın şanzımanını rejim darma duman etmiş.Tabi bi de ana babalar da var. Ve okumayan çocuk için söyledikleri klişler: "bizim çocuğun kafa basmıyor" , "oğlanın okumaya niyeti yok,bundan adam olmayacak" gibi alakasız bindirmeler. Yahu adam okuyamadı sadece! belki çimentosuz betonu icat edecek nerden biliyosun?

Herkes doktor olsun herkes mühendis, her iş dalı için yüksek mektep açılsın...eee bunun sonu ne ve yararı ne?

Memlekette tanzifatçı,çilingeran,zergudan, keçeci kim olacak? Hadi adam olucam dedi, buna kim müsade edecek?

Şimdi ben çocuğumu deve çobanı yetiştirmek istiyorum diyelim sonuçta kime ne girer çıkar?

Cevabı beklemekteyim...

EFE

 
At 8:23 AM, Anonymous Anonymous said...

Efeye hay ağzına sağlık kalemine kuvvet diyorum öyle ya siz çocuğunuzu istediğiniz şekilde yetiştirirken bir şey olmuyor da neden buna benim hakkım olmuyor anlamıyorum.Bu zamana kadar devlet terbiyesi ile yapmış olduğunuz bizi kucaklayan hamiyane açıklamalarınızı da istemiyorum uzun lafın kısası tevhidi tedrisat kaldırılsın diyorum
Gezegenin hiçbir yerinde olmadığı için kaldırılmalıdır.Hiç öyle koca koca bizim ülke.miz bizim milletimiz şöyle böyle onun için böyle olmalıdır demeyin.Felsefeniz size kalsın istemiyorum.Bizi artık düşünmeyin Müsaade buyurun ne yapıp yapmayacağıma kimi sevip kimi sevmeyeceğime ben karar vereyim.Çocuğumu ister ben okuturum ister dilediğim şahsa okuttururum.İster college’de ister merdiven altında okuturum sana ne!Buna kimsenin karışma hakkı yoktur Olmamalıdır.Bu zamana kadar hepsini kutsal devletim belirlemiştir beni çok sevdiği için bana annemden babamdan daha şefkatli olduğu için nerde okumamı kimleri sevmemi nasıl yaşamam gerektiğini hep o belirlemiştir.
Ama artık bu ceberut bitmelidir.Dileyen dilediği yerde okumalıdır.Evet ister deve çobanı ister amele olurum bu kadarlık bir hakkımın olması kimseye ve de yüce devletine halel getirmez sanırım..
Bu arada Doktorumuz gazetede yazmaya başladı çok da güzel oldu. Yer ve Konu itibariyle baş sayfadakilerle yer değiştirse olur mu olur Çok da güzel olur inşallah oda olur tabii olan da budur..
Selamlar hürmetler. Hasan

 
At 1:47 PM, Anonymous Mazhar said...

ÇOBAN
Çukurova Üniversitesi Zootekni Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Serap Göncü Karakök acilen üniversite bünyesinde çobanlık meslek yüksekokulu açılması gerektiğini söylemiş. Zira ayda 4 bin lira ücrete çoban bulunamıyormuş.
Sabah işe gitmeden, dinlediğim bu haber gün boyu zihnimi meşgul etti. Acaba; “sen bu kafayla ancak çoban olursun” dediğim öğrencilerden, hocamız demişti diye düşünerek bu işe meyledenler olursa yarın ruzi-mahşerde o hayvancıkların hakkını nasıl öderim. “Allah’ım beni affet !”
Hanım Hocanın teklifini mantık zemininde düşünmeğe çalıştım.
1 yıl zorunlu anasınıfı
8 yıl zorunlu ilköğretim
3 yıl lise (çobanlık için zorunlu)
2 yada 4 yıl yüksek okul (çobanlık için zorunlu)
Toplam 14 yada 16 yıl okuyacak. Yaş 20-25 aralığında iken çoban olacak. Yüksekokula gelene kadar hiçbir mesleki tasnife tabi tutulmadan mühendis, kimyager, doktor, pilot, polis adayı akranlarıyla birlikte; Türkçe, Matematik, Geometri, Fen, Fizik, Kimya, Coğrafya, İnkılap Tarihi okuyacak ve sınavda tutturabildiği en düşük puanla Çoban meslek yüksek okuluna girmeye çalışacak. Çobanlığı hep hakir gören ve gösteren eğitim sistemi bu genci o biçim yoğuracak. İcabında çobanlığa da şöyle kallavi bir isim bulacak. Hayvan bakım uzmanı… türünden. Ve o genci büyüleyerek çoban olmağa razı edecek. Mezun olunca eline çobanlık diplomasını verecek .
Bu diplomalı çoban eğitiminin gereği ve sağladığı en temel alışkanlık olarak 8-17 saatleri arası çalışabileceği devlet kapısında iş arayacaktır. Kpss’ye girip Atatürk Orman Çiftliğine, Kars Tarım İl Müdürlüğüne falan başvuracaktır. Devlette ayıp olmasın kabilinden diploma verdiği bu gençlere istihdam alanı açmaya çalışacak. Açılan kadrolar 3 küçükbaş, 4 büyükbaş, 8 kaz çobanı ile sınırlı olunca, bu arkadaşlar için diğer memuriyet yollarını denemekten başka seçenek kalmayacak. İçlerinden mübaşir, postacı, gardiyan, uzman çavuş, hatta öğretmen olanlar bile çıkacaktır.
Fakat içlerinden hiç biri gidip de doğu Anadolu mezralarında, Karadeniz yaylalarında çobanlık yapmayacaktır. Çünkü eğitimleri buna manidir. Onlar artık okumuş gençlik olarak çalışmadan, yorulmadan kazanmaya şartlanmış bireylerdir. 4 bin liraya çoban bulamayan köylüler ilk mezunlar yetiştikten sonra 10 bin liraya bile çoban bulamayacaktır.
Çobanlık Meslek Yüksekokulu hiçbir işe yaramadığı gibi sorunu daha çetrefil bir hale getirecektir.
Diğer taraftan ben şöyle pratik bir çözüm öneriyorum: Devlet vatandaşın çocuğuna musallat olmasa, anasınıfına gideceğine ortalıkta dolansa, ilköğretim de zorunlu olmasa çocuk, sığır davar peşinde gezse. İhtiyaç duyduğu zaman gidip okuma yazma hesap kitap öğrense (8 yıl hikaye, taze bir dimağ 3 ayda okur yazar ve dört işlemle hesap yapmayı öğrenir.) Birkaç sene içinde kendi başına hayvan güdecek hale gelir. 10-11 yaşında tam donanımlı bir çoban olur. Gözü başka bir şey görmez , tabiatın hayvanların dilinden anlar hale gelir. 15 yaşında 300 liraya, 16 sında 400 liraya bu işi yapar 17 sinde evlenir, 1000 lira ister. Çiftçi bağkuru yaptırır. 40’ında emekli maaşı almaya başlar. Ama 80’ine kadar işinin başında olur. Dimağı taze kalır, gönlü hür olur, rahat ve huzur içinde yaşar.
Hayvanlar rahat eder.
Köylünün çoban ihtiyacı kalmaz.
Hayvancılık gelişir.
Maliyetler azalır.
Devlet ve aile illa okutacağım diye binlerce liralık masraftan kurtulur.
22 sine kadar atıl kalacak bir fert 10 yaşında üretici olur.
Ülke ekonomisine katkıda bulunur, memleket gelişir.
Sığır davarda okumuş çoban zulmünden kurtulur, komplekssiz bir hayvan nesli çıkar.
(Not: Bu diplomalı çobanların arasından laiklik fanatiği, devrim muhafızı falan çıkarsa onların yetiştirdiği hayvanlar kurban bayramında posta koyar, bıçağın altına yatmazlar esas korkum budur.)


Selamlar Mazhar

 
At 4:05 AM, Anonymous Anonymous said...

-Eğitim sisteminin müşkülleri:
1.Devlet eğitimden elini çekse, Zorunlu eğitimden tamamen vazgeçse ne olur?
2.Devlet kendisine lazım olan sayıda öğrenci alıp yetiştirse hepsini eğiteyim şekil vereyim davasından vazgeçse dileyen dilediğini yapsa ne olur?
3. Kemalizm ideolojisinin öğretilip öğretilmemesine devlet yerine veli karar verse ne olur?
4. Devlet zorunlu kıldığı eğitimin nasıl yapılacağını tek taraflı olarak belirlemekten vazgeçse ne olur?
5.Övünülerek bahsedilen Bütçeden en çok payı eğitime değil de en az payı eğitime ayırsak ne olur?
6.İdeolojik tek tipçi eğitimden vazgeçilse ne olur?
7. Kültürel farklılıkları gözeten eğitim verilse ne olur?
8.Müfredatı devlet değil de isteyen istediği müfredatı belirlese devlet de sadece binanın uygunluğu hijyeni gibi fiziki şartlarını denetlese vatandaş da hangisi hoşuna giderse ona gönderse ne olur?
9.İlköğretimde öğrenim süresi beş yıla inse günlük ders saati altı değil de üç yada 4 saat olsa ne olur?
10.Dileyene aralıklı olarak yeterlilik imtihanları yapılmak suretiyle öğretimini okulda değil de evde yapma hakkı sağlansa ne olur?
11.Öğretmen çocukları okullara hiç gelmese yine bunlara ara değerlendirme imtihanları yapılsa ne olur?
12.Öğretmenlerin diploma zorunluluğu olmasa ya da öğretmen olmak için ille de fakülte mezunu olma zorunluluğu olmasa yerine yeterliğini ölçecek bir iki aşamalı imtihanlar tertip edilse ne olur?
13.Dersine göre veya haftada bir gün derslere dışarıdan kendi alanında bilgi birikimi anlatacağı bir şeyleri olan kişiler; limon satan olabilir su satan olabilir doktor olabilir, mühendis olabilir gelse ne olur.
14.Şu bilmem kaç sayılı yasaya uymaz demekten vazgeçsek yapılacak her türlü değişikliğe olmaz diyen etrafı sürekli hainlikle suçlayanları artık dinlemesek devletin ali menfaatlerini bir kez olsun bir yana bırakıp yasaları da insanlar için değiştirsek ne olur?
15.Okullarda seçmeli olarak Arapça, Osmanlıca, Farsça dersleri konulsa ne olur?
16.Varsa yoksa laik birey yetiştirme ile kafasını bozmuş ama her yıl milyon tane gencin ne duruma geldiği konusu ile ilgisi olmayanlara artık “hadi ordan” denilse, hala seksen öncesi olduğu üzere memleketin yegane akıldanesi oldukları vehimlerine bir son verilse ne olur ???
17.Tüm bu sayılanlara engel teşkil eden Tevhidi Tedrisat Kanunu kaldırılsa ne olur?
Selamlar..

 
At 4:31 AM, Anonymous hasan said...

Ö.İNCE!
Muhtemelen gezegenin ilk ürünlerinden ..
Yazdıklarına bakıldığında ilk ürün olduğuna şüpheye yer bırakmıyor ve yine Barkodunu görmedik ama son kullanma tarihi çoktan geçmiş olan nadide ürün bakın neler diyor:
“Demokrasi ve hukuk devleti üzerine konuşmadan önce bu yasayı (Tevhidi tedrisat) savunmak zorundayız. Bu yasayı savunmayanların ne demokrasi, ne hukuk devleti, ne de İnsan hakları konusunda konuşmak hakları vardır.”
-Çok özür dileriz efendim.
Efendim yanlış okumadınız ve eleman ironi falan yapmıyor. Demokrasiyi,hukuk devletini hatta hat ta İnsan haklarını savunmadan ÖNCE; tevhidi tedrisatı savunmak zorundaymışız.Birinci vazifemiz vardı ikinci vazifemiz de oldu.Hayırlı olsun.Ömrüm armağan olsun bu ömrü bu yasayı savunma vazifesine adadım.Yaradılıştan sahip olmam gereken tüm haklarımdan feragat ettim vazifelerimi eksiksiz yerine getirerek son nefesimi verir isem kendimi ebedi saadete kavuşmuş addedeceğim.Vazifeler vazifeler vazifeler
Ve yine devam ediyor;
“Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Cumhuriyet'in ilanından çok daha önemlidir. Çünkü TTK'nın da içinde bulunduğu devrim yasaları olmasaydı Cumhuriyet kesinlikle ayakta kalamazdı. TTK iğdiş edildiği için Cumhuriyet giderek iktidarsızlaşmaktadır.”(TTK sayesinde iğdiş edilen insanların hali nice? hiç önemli değil!)
Ayrıca efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanlarin kaldirilmasina dair kanunun da devrim yasası olduğunu ama uygulanmadığını uygulanmaya kalkılsa oluşacak manzaranın tüm gezegene dalga malzemesi olacağını, ve yine askeri okulları bu yasanın bağlamadığını çok iyi biliyor.Ve bunlara verdiği cevaplar da tam Ö.ince’lik..

“TTK, iki tür insan ortaya çıkmasın, toplum ikiye bölünmesin, toplumun yapıları ve kadroları dinselleşmesin diye çıkartılmıştı. TTK'nın 25 yıl süren yoğun çaba sonucu yarattığı laik birey ve toplum( gezegende bir tür herhalde), 57 yıldır ayağını bir tuzaktan kurtaramadan bir başka tuzağa basıyor.”(Yazıyı 2007’de yazmış. 2007-1950=57)
İki tip insan çıkmasın ne demek (türler arası olası çekememezlik savaş neyim olmasun deyu herhalde yani yine toplum huzuru adına çok masum bir çıkış) toplumun yapıları dinselleşmesin ne demek (sadece dinsizleşsin demek herhalde) laik birey ve toplum ne demek (devleti anlatmışlardı ama bireyin laiki nasıl oluyor bilemiyom.)
Yani koskoca gezegen binlerce yıl beklemiş ve yoğun çaba sonucunda;1925-1950 yıllarını kapsayan 25 yıllık bir dönemde kemal mertebesine ulaşmış laik birey ve toplum oluşturulmuş o da 1950’den itibaren çok partili normal hayata geçişle gün yüzü görmemiş.Ne 1925 öncesinde gezegende insanlık adına bir şey var ne de 1950 sonrası!..
Bu zırvaların sahibinin memleketin en büyük mecmuasının birinde köşe bulmasının cevabını da yine eğitim sistemin de aramak gerekir herhalde.
Devam ediyor:
Bunun ağır sorumluları 1950'den bu yana ülkeyi yöneten ve yönlendirenlerdir. Bunların hepsi TTK'ya, laik düzene ve Cumhuriyet'e ihanet etmişlerdir ve ihaneti sürdürüyorlar.”diyor..
Çünkü 1950’den sonra memlekette seçim sistemi değişti Çok partili hayata geçildi açık oy gizli sayım zorbalığından gizli oy açık sayım usulüne geçildi ve malum zihniyet darbe dönem
leri hariç iktidar olamadı bir daha da ebedi olmayacak üzgünüz..
Hele diğer gezegenlerle de anlaşmalar yapıldı ki hem TTK’nı, hem değiştirilmesini bile teklif ettirmediklerini elin oğlu sen istesen de istemesen de değiştirecek..
Yani 1930 model faşizan uygulamalar bu gezegen de ilanihaye devam etmeyecek..
Ayrıca sualler bana ait isim unutmuşum arkasındayım.
Selamlar, hürmetler.hasan.

 
At 6:28 AM, Anonymous hasan said...

Doktor bu haftaki proğramı eğitime ayırdığı için internetten eğitim ile ilgili iki yazıyı blog sakinleri paylaşmak istedim..
Selamlar hasan.

Eğitilmiş insanın değil,özgür insanın hedeflendiği yer neresidir?
Dünyaya gözlerini açalı henüz yetmiş iki ay olmuş. Devlet onun adına karar verip zorunlu eğitim yasası gereği okula almış. Saçlarını traş etmiş, üzerine de çocuksu masumiyetini örten mavi bir önlük giydirip boğazına da beyaz bir yaka iliştirmiş.
Devlet sımsıkı sarıldığı militer anlayışı gereği neredeyse tüm toplumsal kesimleri üniformalılaştırdığı gibi küçük Emir’e de üniformasını giydirmişti. Mavi önlük ve beyaz yaka tüm sırıtkanlığına, çirkin bir otorite göstergesine rağmen Emir’in yüzündeki pırıl pırıl çocuksu canlılığı yok edememişti.
Kendinin seçmediği ve giymekten hiçte memnun olmadığı bu kıyafeti “neden” ve “kim tarafından”, “ne maksatla” giymek zorunda bırakıldığına bir anlam veremese de Emir, üniformanın içinde ben bir çocuğum haykırışıyla arkadaşlarıyla kovalamaca oynamaya devam ediyordu.
Omzuna dokunup;
-Ne haber, dedim.
Emir kafasını kaldırıp yüzüme şaşkın ve hayretler içinde bakarak:
Vay yavrum vaaayyy. Saçlara bak. Öğretmenim saçların çok güzel ne güzel uzatmışsın. Bende çok seviyorum uzun saçlarımın olmasını ama kestirdiler.
- Kim kestirdi saçlarını?
- Babam kestirdi. Okula uzun saçlarla gidemezsin, öğretmen kızar deyip kestiler. Keşke benim de senin gibi uzun saçlarım olsa.
- Küçük Emir’in bu sözleri beni öğrencilik yıllarıma götürdü.
1980’li yıllarda lise öğrenimindeydim. O zaman lise öğrencilerinin de saçlarını üç numaraya kestirmeye başlamışlardı. Ergenlik çağımı atlatmış bıyıkları yeni terlemeye başlamış, delikanlılığa adım atmıştım. Kendimi dinlemiş nelerden zevk aldığımı, nelerden hoşlandığımı, estetik duygumu ve seçiciliğimi fark etmiştim. Delikanlılık çağında insanın en önemsediği ve epey de vakit harcadığı şey saçlarıdır. Ancak devlet saçlarımı uzatmama izin vermiyordu. Saçlar benimdi ama onun nasıl olacağını belirleme hakkı devletindi. Başımıza devlet kuşu değil, hayatımız boyunca taşımak zorunda bırakılacağımız, devlet otoritesi tünemişti.
Devlet bu işin bekçiliğini de güya; bana kendim olmayı, birey olmayı, seçebilen, düşünebilen, eleştirebilen, kararlar verebilen beni hayata hazırlamak iddiasındaki okula yani okul müdürüne ve öğretmenlere vermişti. Bana verecekleri eğitim her nasıl bir şeyse sanırım başımızda saç olunca amacına ulaşamıyordu. O zamanlar kulaklarımıza çalınan “anarşist” kelimesi vardı. Belkide oydu sebep. Gazetelerde resimlerini görürdük “anarşistlerin” saçları uzundu. Belkide devlet o gençlerin “anarşist” oluşlarının nedeni olarak uzun saçlarını görüyordu. Bizlerde anarşist olamayalım diye kestiriyordu saçlarımızı.
Okul müdürümüz bu konudaki bekçilik görevini çok ciddiye alıyordu. Her sabah okulun kapısına dikilir ve kolluk görevini titizlikle yerine getirirdi. Saçları biraz uzayan öğrenci okula alınmazdı. İsyanlardaydım.
Yıllarca çok nadir okul kapısından girip çıktım ve yıllarca tek katlı olan okulumuza giriş çıkış için sınıfın penceresini kullanmak zorunda kalmıştım. Aynı sorunu 1989 Şubatında öğretmenliğe başladığımda yaşamıştım. İlçedeki benim gibi stajer öğretmenleri bir odaya toplayan müfettiş nutuk atıyordu.

 
At 6:33 AM, Anonymous hasan said...

DEVAMI
Müfettiş bizlere öğretmenin ne demek olduğunu ve köylerdeki misyonumuzu anlatıyordu. Ona göre öğretmen aydındı, köylüler ise cahildi, aramıza da mesafeler koymalıydık. Bundan sonra tek bir kimliğimiz vardı; ÖĞRETMEN! Başka kimlik taşıyamazdık. İnsanların bize gıptayla ve saygıyla baktığı, her şeyin doğrusunu bilen kutsal birer varlıktık. Başka kutsallar aramamalıydık.
İsyanlardaydım. İtiraz ettim.
Köylülerin cahil olmadığını, en az kendimiz kadar saygın birer insan olarak onları muhatap almamız gerektiğini söyledim. Köyün kendine has bir sosyal yaşam kültürünün olduğunu bunun şehirdekinden sadece farklı olduğunu söyledim. Orda ki görevimizin de çocuklarına okuma yazma öğretmek ve müfredatta yer alan bilgileri aktarmaktan ibaret olduğunu söyledim.
Öğretmenliğinse bizlerin sadece meslek kimliği olduğunu ve bizlerin “insan” kimliğini karşılayamayacağını, gereksiz bir abartı yüklendiğini ve misyonerlik gibi bir görev anlayışı içinde olamayacağımızı söyledim. Sözlerim müfettişin hoşuna gitmemişti.
Sen Ertürk Yöndem gibi ortalığı karıştırdın, tepkisini koyduktan sonra “hem senin saçların neden uzun bu yönetmeliğe aykırı derhal kestireceksin o saçlarını, sen öğretmensin” diye çıkışmıştı.
Peki nasıl olacak saçlarım diye sormuştum.Müfettiş kendini örnek göstererek benim saçlarım gibi (ense tamamen traşlı, kulak üstleri açık, uzunluksa üç santimi geçmeyecek) deyivermişti. Peki, siz kaç yaşındasınız soruma, elli diye cevap vermişti.
Dedim ki; ben yirmi iki yaşındayım, bu yaştaki bir genci elli yaşındaki bir insanla aynı kalıba sokmak nasıl bir felsefenin ürünüdür. Eğitim pedagojisinde diyordu ki: “her çocuğu biricik olarak düşünün, onların hepsi birbirinden farklıdır. Bu farklılıklarını hep göz önünde bulundurun”.
Biz eğitimciler olarak kendi bireysel farklılıklarımızı, zevklerimizi, estetik duygularımızı terk edersek ve tornadan çıkmış misali tek tip görüntüye mahkûm olursak, kendi farklılığını unutan insanlar olarak başkalarının farklılıklarının nasıl farkında olabiliriz? Benim saçlarımın uzun oluşu hiç kesmeye maddi ya da manevi açıdan bir zarar vermiyor ki. Estetik duygusu en insancıl yanımızdır. Benim saçlarımın şekline, biçimine benim dışımda bir varlığın karar vermesi onunla benim aramda ancak köle-efendi ilişkisiyle mümkün olabilir.
Bunu insanlığıma, seçme ve beğenme hakkıma, bedenime bir saldırı sayarım. İnsanların estetik duygularının, yasalarla, yönetmeliklerle devlet otoritesiyle yok edildiği bir toplumda sanatta, ahlakta, bireyde gelişmez. Küçük Emir’de isyanlardaydı.
Uzun saçı çok seviyor, saçlarını uzatmak istiyor ama devlet: “Hayır Emir! Bundan böyle taşıdığın beden senin değil, benimdir. Ben seni biçimlendireceğim. Ben senin için en doğru olanı bilir ve karar veririm. Senin yapman gereken sadece komutlara uymaktır.” diyordu. Bununla da kalmayacaktı devlet. Devletin, Emir’in bedeninde başlattığı sınırlama asıl hedefine varmak için yalnızca bir başlangıçtı. Emir’in bedeninden yola çıkan devlet, zamanla Emir’in beyninin içine sızacak ve orayı da işgal etmeye çalışacaktı. Devlet eğitim sistemini buna göre düzenlemişti. Emir’i doldurulacak boş bir kaset olarak düşünüyordu. Okul hayatı boyunca bu kaset devlet tarafından doldurulacak ve Emir’in hayatı boyunca devlet otoritesine boyun eğen, devlet öğretisini kendisine lütfedilmiş kutsal bir bilgi olduğuna inanan iyi bir vatandaş olması sağlanacaktır.

 
At 6:34 AM, Anonymous Anonymous said...

Devletin çocuğun beynini ele geçirme isteğini Stirner; “Modern devletin gücü zihne tahakküm etmenin önemini anlamış olmasında yatar” sözleriyle özetlemektedir. Emir bir endoktrinasyona tabi tutulacaktır. Ailesinden ve çevresinden getirdiği bilgiler, inançlar yanlışlanacak. Bir makine gibi yeniden formatlanacak. Uyumlu bir vatandaş olması sağlanmaya çalışılacak. Yasalara kanunlara, yönetmeliklere sorgulamadan uyması beklenecek. Emir; “ben öğrenciyim, öğrencinin saçları uzun olmaz” gibi hiçbir etik değer içermeyen, saçma bir cümleye inandırılacak. Bu tür cümlelerle epey karşılaşacaktı Emir; insana içkin, adalete içkin, ahlaka içkin, fitri olana içkin en küçük bir değer içermeyen aptalca cümlelerle beyninin içi doldurulacaktı. Ezilenlerin pedagojisi yazarı Paulo Freire’nin tespitiyle “beyni uysallaştırılacaktır”.
Zamanla Emir kendisi için düşünmeyi, kendisi için seçimler yapmayı unutacak. Emir, “okul kurallarıyla”, “kişisel tercihleri” arasında; “özgür birey olmakla”, “itaati içselleştirmiş” bir birey olma arasında imtihan verecektir. Okulun Emirden istediği kendi özgür iradesini terk edip, devletin otoritesini içselleştirmesidir
Eğitim sistemimizin özü disipline dayanır. Disiplinden kasıtsa; devlet öğretisini ve otoritesini içselleştirmektir. William Godwin’in de altını çizdiği gibi kamusal eğitim hizmetleri bir yandan da devlete çocukların beynini yıkamak için fırsatlar yaratmaktadır. Özgür bir topluma ulaşmanın yolu özgürlükçü bir eğitim pedagojisinden geçer. Özgür eğitim anlayışı Emir’in tercihine saygı duyar ve tercihini yaşamasının önünü açar. Kişisel iradeye ve tercihlere hem saygı duyar hem de gelişimine çalışır. Eğitim, insanın kendinin farkına vardığı ve kendini gerçekleştirdiği özgürleştirici bir süreçtir.
Devletçi anlayış doğal olarak her şeyin yönetimini, denetimi ve içeriğinin planlamasını otoriteye bırakır. Bu öyle bir hal alır ki aile ve toplumun görev ve sorumluluklarına kadar uzanır. Devletin denetlenmesi ve sınırlandırılması gereken bir araç olduğuna inan toplumlar kendi sorumluluk alanlarının aynı zamanda özgürlük alanları olduğunun farkındadırlar. Bu alanları devlete terk etmek demenin de özgürlüklerinden vazgeçmek olduğunu da bilirler.
Özgür bir toplumda okula/eğitime yüklenen misyonla, militarist devlet anlayışının hakim olduğu ülkelerde elbette ki okula yüklenen misyon aynı olmayacaktır. Özgür toplum eğitimin bütünüyle kurumlara ve devlet otoritesine terk edilmesini bir özgürlük ve kendi olamama sorunu olarak görür.
“ Kutsal ve tartışılmaz bir kurum olarak sunulan okulu ve eğitimi tartışmamızın özgür bir topluma kapı aralaya bilmek için önemli olduğunu düşünüyorum.”

 
At 6:39 AM, Anonymous Anonymous said...

EĞİTİMLE İLGİLİ BİR BAŞKA YAZZI
Türkiye'de 24 Kasım'ın Öğretmenler Günü olmasının gerisinde ise emekli bir generalin (bkz. Kenan Evren) imzası var. Tabi gerekçe her konuda olduğu gibi yine Atatürk'e dayandırılmış. Şimdi Atatürk'ü her şeye alet etmenin sakıncalarından bahsetsem muhtemelen "Atatürk düşmanı" olurum, dolayısıyla sesimi çıkarmıyorum. Bu arada "başöğretmen" Atatürk'ün hangi tarihler arasında öğretmenlik yaptığını merak ettim, araştırdım, bulamadım.

Tamam anlıyorum, eğitim kutsal bir vazife, Atatürk de kutsal bir insan. Dolayısıyla kraldan fazla kralcı olmayı sevenler açısından mantıklı bir yaklaşım olabilir. Ama mesela benim bildiğim bizim kültürümüzde ekmek de kutsal bir yiyecek. Atatürk'e başfırıncı ünvanı da verilmiş miydi? Verilmediyse neden verilmedi? Hak etmiyor mu? Bir ulus bugün yediği ekmeği ona borçlu değil mi? Yoksa bize yanlış mı öğrettiler?

(Bize yanlış mı öğrettiler kısmına geri döneceğim. Ama önce bir açıklama yapayım: Hayır, efendim. Atatürk düşmanı değilim. Bir çok tarihi figür gibi onu artısıyla eksisi ile anlamaya çalışıyorum. Ama sizin kalıplarınız ile "Atatürkçü" de, "Kemalist" de değilim.)


Bazı şeyleri bir öğrenci olarak bize yanlış öğrettiklerini farkettiğimde henüz bıyıklarım terlememişti. Yıllar sonra Catherine Baker'ın Zorunlu Eğitime Hayır isimli kitabını okudum.
Kendinize bir iyilik yapın ve bu kitabı okuyun. Kitapta savunulan fikirlere katılır katılmazsınız orası ayrı. Benim aklımda kalan çarpıcı ayrıntılar olarak okul binaları ile hapishanelerin birbirine benzerliği ve çocukların neden her teneffüse sevinçle bağırışarak çıktığını sayabilirim. Bize birşeylerin yanlış öğretildiği gerçeği Baker'in "okulun, devletin kendine köle yetiştirmek için organize ettiği bir kurum olduğunu, yetişkinlerin, bu köle eğitiminden başarıyla geçtikleri için bunun farkına varmadıkları" tezi ile örtüşüyor.

Kendi geçmişime baktığımda, bugün geldiğim noktaya milli eğitim sistemi ve okullar sayesinde değil, milli eğitim sistemine ve okullara rağmen geldiğimi söylemekten kendimi alamıyorum. Karşıma çıkmış olan bir çok öğretmenden sadece birkaçının hafızamda kalıcı yer edindiğini, benim için yol gösterici olduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan kendimi bazen şanslı bazen de şanssız olarak değerlendirmişimdir. Yıllar sonra istatistikte "law of large numbers" ve "central limit theorem"i anladığımda aslında bu durumun pek de şaşılacak bir durum olmadığının farkına vardım. Her meslekte olduğu gibi öğretmenlerin arasında da çok iyi örnekler çok kötülerle bir arada. Ama büyük bir çoğunluk vasatın iki standart sapma çevresinde.

Bu gelinen noktada kişi olarak öğretmenlerden daha çok sistemin çarpıklığının payı olduğunu düşünüyorum. Bugünkü eğitim sisteminde ne yazık ki iyi örnekler sistem tarafından cezalandırılıyor, kötü örnekler teşvik ediliyor, sistem iyi örnekleri vasat olmaya zorluyor.

 
At 6:40 AM, Anonymous Anonymous said...

1. Zorunlu eğitim kaldırılsın. Bugün uygulanan zorunlu eğitim sisteminin negatif etkilerinden birisi ailelerin çocuklarının eğitimlerini aksatmasıdır. İster köyde olsun ister şehirde, çocuğunu herhangi bir okula kaydettiren ebeveyn kendini görevini yapmış hissediyor ve çocuğunun eğitimi ile neredeyse hiç ilgilenmiyor. Çünkü zaten karar verme şansı da yok. Zorunlu eğitim kaldırılırsa bütün yük ailelerin (ebeveynlerin) sırtına bineceğinden daha iyi sonuç alınacaktır. Gerek çocuklarının eğitimi konusunda gerekse doğru okulu seçme konusunda.

2. Tevhid-i tedrisat kanunu kaldırılsın. Bu kanun ümmetten millet aşamasına geçişte önemli rol oynamış olabilir. Ancak bugün sistemin çarpıklığının en önemli nedenlerinden biri. Eğitimde hedefimiz eşitlik ya da herkesin aynı eğitimi alması değil, çeşitlilik ve özgürlük olmalıdır. Kemalistler kafalarındaki "öcü dinci okullar" hayaletinden, dinciler de "bu okullar çocuklarımızı dinsiz yetiştirecek" korkusundan ve önyargısından kurtulması lazım. Yasaklar her iki grubu da marjinalleştirmekte yer altına itmektedir. Bırakın isteyen çocuğuna dini eğitim versin isteyen bale eğitimi, isteyen de her ikisini de ya da hiçbirini. (Bale eğitimi ve dini eğitim birbirinin alternatifi değildir, sadece örnek veriyorum.) Hatta dileyen kutuplarda pancar yetiştirme okulu bile açabilir. Öğrenci bulacağına güveniyorsa neden olmasın? Eğitimde çeşitliliği sağlar zorunlu eğitimi de kaldırır ailelerin özgürce karar vermesini sağlarsak müşevvikler sistemi daha iyi olanı ödüllendirecektir.

3.Öğretmenlere ve okullara verilen teşvikler kaldırılsın, eğitim konusunda illaki de teşvik verilecekse öğrencilere ve ailelere verilsin. Herhangi bir piyasada eğer devlet eliyle teşvik verilecekse bu teşvik üreticilere değil tüketicilere verilmeli, üreticiler değil tüketiciler korunmalı ya da desteklenmelidir. Eğitim hizmetini düşündüğümüz zaman da aynı kural geçerlidir. Bugünkü sistemde aileler okullar için birbiri ile yarışmaktadır. Ancak okul ve öğretmenler yerine öğrenciler ve aileler desteklenirse okullar aileler için birbiri ile yarışacaktır. Siz hangisini tercih edersiniz?

4. YÖK lağv edilsin, gerek üniversiteler, gerekse liseler bağımsızlığa kavuşsun. İsteyen okul paralı eğitim yapsın, isteyen parasız. Aileler de istediği okulu seçmekte özgür bırakılsın. Devlete göbeğinden bağlı bir akademik ortamda yaratıcı düşünce ve kaliteli eğitim mümkün değil. Üniversiteler gerekirse yer çekimi kanununun bile tartışılabildiği özgür ortamlar olmalı.

5. Her öğretmene eşit maaş, eşit statü gibi saçma uygulamadan vazgeçilsin. Farklı performansa farklı ücret ödenmesine izin verecek piyasa mekanizmasının önündeki engeller kaldırılsın. Yeterlilik konusu saçma sapan sınavlarla değil tecrübe ile belirlensin. Bu konuda da karar merkezi sınav sistemi ile alınmasın her okulun kendi inisiyatifine bırakılsın.

İlkokulda aynı sıraları paylaştığım arkadaşlarımdan bazıları öğretmen olmayı tercih edip milli eğitimin çarkları arasına girdiler. Ancak kabaca bir değerlendirme yaptığımda çoğunun gerçekten öğretmen olmak istedikleri için değil, üniversite sınavında daha iyi bir alternatife yetecek puan alamadıkları için öğretmen olmayı tercih ettiklerini görüyorum. Yani sistem iyileri ayıklayıp başka birşey yapamayanları öğretmen olmaya teşvik ediyor gibi görünüyor. Böyle bir sistemden mucize beklemek için fazla iyimser olmak gerek.

Bense gerek üniversite öğrenciliğim sırasında gerekse daha sonra özel dersler verdim, piyasanın içinde bulundum. Eğitim sisteminin ürünleri olarak normal çarpma ve bölme işlemini dahi yapamayan ama üniversiteye devam eden öğrencilerim de oldu, eğitim sisteminin çarkları arasında ezilen cevherlerle de karşılaştım. Bugün, arkadaşlarımın aksine, yapabileceğim bir sürü meslek arasından sıyrılıp sadece öğretmeyi sevdiğim ve sevdiğim işi yapmak için öğretmenlik mesleğini seçmiş bulunuyorum. Bu yüzden, başta öğretmenlerin (öğretmen olan okuyucumuz varsa) ama tüm okuyucularımızın burada yazılanları hariçten gazel okumak olarak değil de kendi içlerinden birinin "yapıcı" önerileri olarak dikkate almalarını tercih ederim.

 

Post a Comment

<< Home

Mesothelioma Asbestos, Mesothelioma Cancer, Malignant Mesothelioma, Mesothelioma Attorney.
Mesothelioma