doktor&hesapci

TGRT-FM de Cuma günleri saat 20.00 civarlarında yayına giren programın paralelinde fikir alışverişi için yapılmış bir blog dur. Yorumlarınızı bırakmakta nazlanmayın.

Tuesday, December 19, 2006

15 Aralık 2006.. Yanlış anlamayalım anlatmayalım..

Hesapçının iki hafta aradan sonra gelmesi ve radyo öncesi muhabbete kavuşmak bünyeye iyi geldi doğrusu. Gayet güzel ve muhabbeti bol bir programdı. Özellikle messenger üzerinden katılan ve anında bilgi aktaran dinleyicilerimize teşekkürler. Elbette ki en istikrarlı ve en etkili olan Mazhar'a ekstra ekstra sevgiler.

Söylemek isteyip de söylemediğim birşey olmadı. Bu yüzden memnunum. Yanlız bir yanlış anlaşılmayı düzeltip blog takipçilerini de rahatlatmak isterim. Sevgili Canan aşırı alıngan olmakta devam ediyor. Programda da yazdıklarımı beğenmediğini inatla ifade etti. Daha sonrasında da benim omurgasını seneler önce oluşturduğum bir hikayemde kendisinden bahsedildiğini ima etti. Ayrıca kendisini ille de çok önemsememiz gerektiğini belirtir şekilde konuştu. Yapmaya çalıştığım iş insanlara mümkün olduğunca konuşma hakkı verip kendilerini ifade etmelerine yardım etmektir. Ben sizler konuşurken susarım, az müdahale ederim. Eğer birikiminiz ya da oluşmuş fikirleriniz var ise kendinizi ortaya koyarsınız. Aksi takdirde kısır döngüler içinde çalkalanır gidersiniz. Buna da ben çok müdahale etmem. Saçmalama hakkı da sabittir ultra demokrat programımızda. Cümlelerinizi doğru ve birbiri ile uyumlu kurmak kaydı ile gülünç olacak kadar da saçma konuşabilrsiniz. Gayret sizden, sizin sesinizi duyurmak benden.

Ve uzunca bir yazı olmakla birlikte bu hafta bahsedeceğim bir konuyu şimiden blogda duyurmak istiyorum. Yazarla ciddi fikir ayrışmamız olmasına rağmen tesbitlerin çoğunun altına imzamı atarım. Yazı: Tanıl BORA nın "TAHSİLLİ CEHALETİN CİNNETİ" başlıklı yazısı. Dikkatle ve lütfen sindirerek, geri dönüşlerle okuyun. İyi bir bakış açısı.

Sevgiler.
Neşenizi bozmayın..
Doktor

TAHSİLLİ CEHALETİN CİNNETİ....TANIL BORA


Son olarak Orhan Pamuk’un Nobel alması (veya: “Orhan Pamuk’a Nobel verilmesi”) üzerine, hayli büyük bir milliyetçi ve ulusalcı tepki ortaya çıktı. Nobel’in Orhan Pamuk’a, bir İsviçre dergisinin kendisiyle yaptığı mülakatta sarfettiği “bu ülkede 1 milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürüldü” sözleri üzerine verildiğinden emin olan; ödülün ilanının, Fransız parlamentosunda Ermeni soykırımını inkâr etmeyi suç sayan kanun tasarısının kabul edilmesiyle aynı güne denk gelmesinde bu “fesadın” teyidini gören; Nobel’i önünde sonunda Türkiye’yi bölmeye veya hiç değilse destabilize etmeye yönelik tertiplerin bir manivelasına indirgeyen bir bakış açısından yapılan yorumlar, hızla yayıldı. Orhan Pamuk’un Nobeli, sadece son vesileydi aslında… Birkaç yıldır, her ‘millî’ addedilen meseleye yönelik, daha doğrusu her toplumsal sorunu bir millî mesele olarak kodlamaya yönelik, benzer tepkileri görüyoruz.


Okur-yazarların fanatizmi


Konu her ne olursa olsun, burada aynı zihniyet kalıbının, aynı söylemin işlediğini görüyoruz. Bulunabilecek en ileri mantık bağıntısı, komplo teoremleridir. Hedef alınan şahsiyet veya şahsiyetlerin ‘objektif’ hıyanetini, -mümkünse Kürtlük, Ermenilik, Sabetaycılık türü bir soy-sop ‘bozukluğu’ veya bir “dış mihrakla” (Amerika-Avrupa) bağı üzerinden-, ifşâ etmekten öte bir ‘argümantasyona’ ihtiyaç duyulmuyor. Herhangi bir konunun kendi bağlamı, kendi nesnelliği içinde mütalaa edilmesinin yolu baştan kapanıyor böylece. Ufûnet yüklü bir söylem bu aynı zamanda. Komplo teoremlerinin hiçbir şeyi açıkta bırakmayan kahredici kurgusu altında her türlü öznellik ve ‘yapıcılık’ ihtimalini peşinen iptal eden, ‘irade-i cüz’ü hiçleştiren bakış açısı, muazzam bir acz duygusu, ona bağlı olarak da muazzam hınç ve negatif enerji üretiyor. Bu söylem, hamâsî bir dille bütünleniyor. Savlar değil, menşei belirsiz birtakım anekdotlar veya kudsî sayılan kişilerden (başta Atatürk) alıntılar konuşuyor. Uğur Mumcu’nun ünlü “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” tarifini de aşan bir durum bu: İyi kötü bir “fikir” sahibi olmadan, kanaat ve tavır sahibi olanlar konuşuyor! İçeriklerden önce, bilgiyle, fikirle ve sözle kurulan ilişkide faşizan bir tutum hüküm sürüyor. Daha fiyakalı hamâset yapmanın, daha ağır konuşmanın cezbesi, fanatizmi teşvik ediyor. Bilhassa sanal âlemin yalan yanlış anekdotları, sözümona parlak habis lâfları çoğaltmaya elveren yayılma hızı ve yüz yüze iletişimin sağlayabileceği empati ihtimalini yok eden kışkırtıcılığıyla, bu fanatizm narsistik bir yankıyla pervasızlaşıyor.


Burada dikkat edilecek olan, sadece milliyetçi&ulusalcı partilerin, yayınların, çevrelerin, kanaat önderlerinin ‘örgütlü’ tepkileri değil. Bu çevrelere angaje olanların dışında, böylesi tepkileri kendi ilişki ağları içinde –çoğunlukla internet üzerinden- dolaşıma sokmayı refleks haline getirmiş ‘münferit’ kişilerden oluşan genişçe bir ‘taban’ var… Temel vasıflarından birisi okur-yazarlık olan bir toplumsal taban bu. Okuma-yazmayla ilişkileri, ortalama “Türk insanı”ndan, “halkımız” diye anılan insanlardan biraz daha ileri.1 Söz konusu tepkilerin, –az evvel değindik-, ayrıcalıklı mecrasının internet ve elektronik posta zincirleri olmasından da çıkarsayabilirsiniz bunu. Bilgisayara âşinâlığı olan, elektronik posta yazıp yollayabilen birileri söz konusu olduğuna göre, umumiyetle ‘orta sınıf’ mensuplarından müteşekkil bir toplumsal profille karşı karşıyayız. “Elit” okulların, üniversite üyelerinin, tahsilli meslek erbâbının oluşturduğu elektronik posta gruplarının mensuplarının sürekli tecrübe ettiği gibi, en azından kültürel sermayeye temellük itibarıyla üst-orta sınıf olarak konumlandırılabilecek kesimler de, milliyetçi&ulusalcı reaksiyonun etki alanında bulunuyorlar. Tahsilli meslek erbâbının korporasyon örgütlerinde son yıllarda yaşanan iklim değişikliği de, -son olarak geçen ay yapılan büyük baro seçimlerinde milliyetçi&ulusalcı grupların kazandığı ağırlık-, buna delâlet ediyor. Bu okumuş-yazmış zümrelerdeki fanatizm ve medeniyetsizleşme, had safhadadır. Herhangi bir konuyu sükûnetle ve aklî savlara dayanarak tartışma girişiminin, Mustafa Kemal’den bir alıntı, bir Çanakkale anekdotu veya içinde “hain”, “aymaz”, “satılmış” kelimelerinden en az birisi geçen hamâsî efelenmelerle püskürtülme ihtimalinin bu tahsilli, ‘elit’ muhitlerde bilhassa yüksek olduğuna tanıklık edebilecek çok insan var!


Murat Belge, 21 Ekim tarihli Radikal’deki yazısında, tahsilli “seçkinler”in, refleksleşmiş, ezberlenmiş milliyetçi replikleri, jestleri, “sıradan” halka kıyasla çok daha cân-ı gönülden sahnelediklerini, daha ‘ballandırarak’ tekrarladıklarını belirtiyordu. (Millî) Eğitim aygıtının kazandırdığı manevî donanım ve böylelikle edindikleri “seçkin” konumu, onları bu milliyetçi ezberi daha ‘duyarak’ oynamaya sevkediyordu. “Eğitim görmemişlerde hâlâ biraz umut var” diyerek bitiriyordu yazısını Murat Belge.


“Bunca cehalet ancak tahsil ile mümkündür” atasözünü hatırlatan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünebiliriz gerçekten. Millî-Eğitimin gerek ezberci, şabloncu öğretim formasyonu, gerekse milliyetçi zihniyet kalıplarını her bilgi alanının zeminine döşeyen içeriği, bir öğrenilmiş cehalet hâsıl ediyor. Kemalist ideoloji, eğitimle aydınlananların “topluma önderlik edeceğini, toplumu yükselteceğini” vaz’etmiş, doğrusu Türkiye’de sol dünya görüşünde olanlar da bu Aydınlanmacı iyimserliği büyük ölçüde devralmıştı. Tıpkı Kemalist/milliyetçi&ulusalcı söylemin sapkın “sözde-aydınlar” hakkında serdettiği hayal kırıklığı gibi, şimdi solda da tahsilliler hakkında bir umut kırıklığı yaşanıyor, anlaşılabilir şekilde. Peki, bu tahsilli cehaletini, bu diplomalı dar görüşlülüğünü, Türkiye’de eğitimin ‘çağdaşlıktan’ uzaklığına mı bağlamalı sadece?


Topyekûn yarı-eğitimlilik


Türk millî eğitiminin özel gayretleri dışında, genel olarak eğitim-öğretim rejiminin performansından öte; bizzat ‘çağdaş’ toplumun (kapitalizmin) kültürel düzeninin, yapısal olarak yarı-eğitimlilik/yarı-cahillik ürettiği tezini hatırlatmak üzere soruyorum bu soruyu.


Theodor W. Adorno’nun 1959 yılında yayımlanan “Theorie der Halbbildung” adlı namlı makalesinin meselesi budur.2 Bu başlığı “Yarı-Eğitimlilik Teorisi” diye çevirebiliriz, ama şu şerhi düşerek: “Eğitim”e indirgeyerek çevirdiğimiz Bildung kavramı, öncelikle tahsil-ve-terbiyeyi, ama aynı zamanda, onun zımnında bütüncül bir formasyonu, kişiliğin oluşumunu ifade eder.


Adorno, öncelikle eğitim (Bildung), eğitimsizlik (Unbildung), yarı-eğitimlilik (Halbbildung) arasındaki ayrımı kavramlaştırır. Eğitim, özgür ve dinamiktir, belirli bir amaç doğrultusunda araçsallaşmamış, sabitlenmemiştir. Eğitimsizlik, “salt naiflik, salt bilmemek”tir, böylelikle nesnelerle dolayımsız bir ilişkiye elverir. Dolayısıyla, eğitimin başlatılabileceği bir başlangıç noktası da sağlar. (Murat Belge’nin “Eğitim görmemişlerde hâlâ biraz umut var” deyişini hatırlayalım!) Yarı-eğitimlilik ise “eğitimden önce gelmez, onu takip eder”; sabitlenmiş, kültürel veya toplumsal bir amaca bağlanarak araçsallaştırılmıştır. “Yarım anlaşılmış ve yarı öğrenilmiş olan, eğitimin ön basamağı değil onun can düşmanıdır”, der Adorno.3


Meselenin esası, “Kültür”ün iki cepheli oluşuyla ilgilidir. Kültürün bir cephesi “tinsel kültür”dür, diğer cephesi ise “yaşamı biçimlendirmenin reel” araçları, yordamlarıdır. Yarı-eğitimlilik, kültürün bu ikili karakterinin yitirildiği noktada ortaya çıkar. Kültürün iki cepheliliğini “göz ardı ederek kendini mutlaklaştıran bir eğitim, yarı-eğitim olmuş demektir.” Adorno’nun yitirilmemesi gerektiğini söylediği şey, kültürün iki cephesi arasındaki gerilimdir. “Bu gerilim yittiğinde, uyum [konformizm- T.B.] mutlak hâkimiyetini kurar.” Gerilimin her iki kutbunun da kendi içinde donmaması gerektiğine dikkat çeker Adorno. Oysa gerek Tin ve hükümran bilinç, gerekse Doğa ve uyum sağlama yeteneği, mutlaklaşıp sabit kategorilere dönüşmüş, velhâsıl Kültürün her iki uğrağı da fetişleşmiştir. Tinin özerkleşmesi (kendi başınalaşması), başlangıçta, tinsel bağımsızlığın doğrudan doğruya egemenlerle eklemlenmiş bir azınlığın imtiyazı olarak kalmasına karşı eleştirel ve özgürleştirici bir işlev görüyordu. Bu evrede Eğitim, “statüsüz ve imtiyazsız bir insanlık” fikrini vaz’ediyordu. Ancak burjuva egemenliğinin tesisiyle, böyle bir misyondan kopmuş, reel yaşamı biçimlendirmeyle bağıntısını yitirmiş; belirli bir tatbikatın bilgisine indirgenmiş, bununla beraber –yine- bir imtiyazlı konum algısına dönüşmüştür. Kendi içine kapanıp mutlaklaşan Tin’in işlevi, ideolojidir artık. Öte tarafta, Doğa’yla ilişkiye ve “reel yaşama” baktığında, bütün beşerî münasebetlerin ekonomik mübadele ilişkilerine ve tüketime indirgendiğini görür Adorno. Bu vasatta bilgi/malûmat salt reel’in yansıması olarak algılanır, halihazırdakinin ötesine işaret etme selâhiyetinden yoksundur, böylece konformizmi pekiştirir. Öte yandan Tinsel’in kavramlarının yerini alan klişeler, reel olanla bağıntı kurmadan, her şeyi mutlaklaştırıp kendine tabi kılar. Bu şeyleşmiş bilinç, öznellikle nesnellik arasında süreçsel-diyalektik bir ilişkiye izin vermez. Eğitimin diyalektik niteliğinin feshedildiği bu durum, ‘objektif’ olarak bütün bilgiyi/öğrenmeyi/idraki eksikli, ‘yarım’ kılar; yarı-eğitimliliği süreğenleştirir.


Velhâsıl yarı-eğitimlilik, “yabancılaşmış Tin”dir; “metaların fetiş karakterinin Tin’i de kavramasıdır”: “Konularının içerdiği hakikati ve canlı nesnelerle olan canlı ilişkisini yitiren eğitimin şeyleşmesidir.” Adorno, bu deformasyonun âmilleri olarak kültür endüstrisini, “bilincin sürekliliğinin” kaybını, “eleştirel bilincin” yitişini ve kolektif narsizmin hâkimiyeti görür. Bilincin sürekliliğinin kaybıyla ilgili yazdıkları bilhassa önemlidir. Bilinç ve idrakteki süreklilik kaybı, modern-öncesi toplumlarda geçerli olan otoritelerin ve geleneklerin çözülmesiyle, özne ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişkiyi düzenleyen yeni kalıplara ihtiyaç duyan insanların, nesneler ve diğer insanlarla aralarına bir önyargı tabakası döşemek üzere, timsallere/simgelere meyletmeleriyle kendini gösterir (millî simgeler burada işlev görür. Bu sürecin vardığı nokta, -kültür endüstrisinin belirleyici katkısıyla-, şudur: “Bilincin sürekliliği içindeki idrakin, öğrenmenin yerini, noktasal, unsurları birbiriyle bağlantısız, sürekli yeni verilerle ikame edilebilir bir haberdarlık/malûmattarlık alır… Onun kendi idrak/öğrenme sürekliliği içinde erimeden bilince sızan eğitim unsurları; bâtıl inançları eleştirdiklerinde bile bizzat bâtıl inanç halini alma eğiliminde olan zehirli maddelere dönüşürler.” Kolektif narsizmle ilgili bir cümlesini de aktarayım: “Yarı-eğitimlilikle kolektif narsizmi birleştiren; bir şeylere temellük etme, söze dahil olma, kendini uzman olarak satma ve bir yere aidiyet edâsıdır.”


Adorno, yarı-eğitimliliğin, “onca Aydınlanmaya ve bilginin yayılmasına inat ve bizzat bunlar sayesinde, bugün hâkim bilinç tarzı halini aldığını” söyler.


Adorno’nun ‘karamsar’ eleştirisine kulak verecek olursak, yarı-eğitimlilik, veya yarı-cahillik, veya ‘Türkçesiyle’ tahsilli cehalet, eğitim formasyonunun kalitesinden bağımsız olarak, kapitalist modernleşme süreci içinde ortaya çıkan bir tarihsel-toplumsal durumdur. Ve bu “sosyalleşmiş” bilinç tarzı, eleştirel aklı dumura uğratarak, az evvel aktarıldığı üzere, bâtıl inanç formatını yeniden üretir. Bu savı hatırlayarak ve akılda tutarak, Türkiye’nin özgül koşullarına geri dönelim.


Tahsilli orta sınıfın krizi


Tahsilli orta sınıf seçkinlerin milliyetçi&ulusalcı fanatizme kapılmalarının ve bu fanatizm içinde ‘medeniyetsizleşme’ eğilimine girmelerinin, doğrudan doğruya milliyetçi endoktrinasyonla ve onun öğüttüğü millî meselelerle ilgili olmayan bir veçhesi olduğunu düşünüyorum. Bu veçhe, şehirli, tahsilli, laik orta sınıfların, iktisadî ve toplumsal statülerini kaybetme endişesi içinde bulunmalarıdır.


Neoliberal deregülasyon süreci altındaki iktisadî ve toplumsal dönüşümün tahripkâr etkilerini uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Gerek formel sosyal güvenlik yapılarının gitgide büzülmesi, gerek toplumsal dayanışma ilişkilerinin aşınması, topyekûn aşağıdakilerin hayatını zorlaştırıyor; alt ve orta sınıflar, yoğunlaşan bir tehdit hissediyorlar. Orta sınıfların tehdit algısının alt sınıflarınkinden (işçiler, vasıfsız işsizler, ‘deklaseler’/marjinalleştirilmişler…) farkı, onların kaybedecek bir şeyleri olması - veya kaybedecek bir şeyleri olduğunu, en azından kaybedecek bir şeye malik olabileceklerini düşünmeleridir. Mülk ve nakit cinsinden bir varlıkları olmasa bile, tahsille edindikleri donanım (“kültürel sermaye” de diyebilirsiniz) sayesinde, kendilerini mala-mülke, en önemlisi bir kariyere, bir statüye erişebilecek potansiyele sahip görürler.


Tahsilli orta sınıfların kariyer beklentileri, aslında yaklaşık on yıldan ama özellikle travmatik bir etki yaratan 2001 ekonomik krizinden beri, büyük bir sarsıntıya uğradı. Bütün dünyada da olduğu gibi; tahsilin ilk basamağını oluşturduğu, insanı emekliliğe kadar taşıyacak bir iş yaşamı ve hayat akışı öngörüsünün karşılık bulması giderek istisnâîleşiyor – ayrıca tahsil yoluyla sınıf atlama ‘şansları’ da azalıyor. Buna koşut olarak, üniversiteli ve diplomalı olmanın getirdiği saygınlık, aslında çok daha uzun bir zamandır, yıpranıyor.4 Buna, zenginlik ve tüketim teşhirinin -sadece maddî değil ‘kültürel’ göstergeleriyle de- kazandığı itibarın, bir on yıl öncesine kadar ‘okumuş’ olmanın sağladığı itibardan çok daha fazlasını ve ‘ezicisini’ temin ediyor olmasının getirdiği değişimi de eklemeliyiz. Neticede, orta sınıfların önceki kuşaklardan devreden ‘huzurlu’ zihin dünyaları, güçlü bir maddî ve manevî tehdit altındadır. Kendilerini toplumun seçkin bir zümresi olarak algılamaları zorlaşıyor. Büyüyen acz duygusuyla beraber hınç üreten bu tehdit algısı, bir agresifleşme istidâdını tetikliyor. Bir mazlum söylemiyle birleşen ve yer yer “toplumsal eleştiri” kisvesi altında “yozlaşma”dan sorumlu saydığı bir düşman figürüne hınçlanarak oluşan bir agresif ruh hali bu. Daralan seçkin konumlarına tutunabilenler de, rekabetin anksiyetesi ve ‘kazanma’nın küstahlığıyla buna katkıda bulunuyorlar.


Tahsilli orta sınıfların krizi konusunu açarken, “laik” sıfatını da kullanmıştım. Üzerine eğildiğimiz reaksiyoner dalganın temel bir karakteristiği, bununla ilgili. Zira söz konusu krize refakat eden elit değişiminin sancıları, “laiklik”le ilgili hassasiyetlerde ifadesini buluyor. 1990’lara kadar büyük çoğunlukla laik orta sınıfların hâkimiyeti altında olan bürokrasilerde, sinâî-ticarî iş alanlarında, akademik mevkilerde, medyadaki pozisyonlarda, bir zamandır, dindar-muhafazakâr menşelilerin ağırlığının arttığını biliyoruz. Nicel değişim, beraberinde elit olmanın kültürel müktesebatının ve ifadelerinin de değişmesini getiriyor. Bu değişim, tahsilli orta sınıfların şehirli ve laik zümrelerinin hissettiği tehdit algısının derinleşmesine yol açıyor; zira sadece liyakat ölçüleri veya rekabet nedeniyle değil, kültürel-ideolojik nedenlerle de dışlandıkları veya dışlanabilecekleri endişesini duyuyorlar. Bu zümrelerin, reaksiyoner bir Atatürkçülüğe meyletmelerinin ardındaki temel saik, budur. Atatürkçülüğün otoriter ve ‘intizamlı’ modernleşme tahayyülünde (“bağımsızlığın” da bu tahayyüle uyan bir çağırışımı var), özledikleri istikrarın vaadini okuyorlar. Atatürkçü söylemin erken Cumhuriyet dönemini yitik altın çağ olarak yücelten imgelemi, laik orta sınıfların kendi mevkilerini yitirme kaygılarına tekabül ediyor. Nitekim onların bölücülük, terör, Kıbrıs, AB, emperyalizm vb. âlî millî meselelerle ilgili reaksiyonları ve genel olarak milliyetçilikleri&ulusalcılıkları, mutlaka Atatürkçü referanslara dayanıyor ve mutlaka AKP iktidarına (genel olarak “şeraitçilere”) yönelik şedit bir nefret içeriyor. Daha önceleri İslâmcı siyasal partiler ve kadrolarla alışveriş içinde olmasına, onlara servis vermesine alıştığımız milliyetçi-muhafazakâr entelijensiyanın da, bir elit olarak dışlanma endişesi içinde bu reaksiyoner dalgaya katıldığını eklemeliyiz. Buna 18 Eylül’de Radikal Gazetesinde yer alan söyleşisinde Yüksel Taşkın işaret etmişti: “Türkiye'de ne zaman AKP gibi bir sağcı parti iktidara gelse, hepsi daima Türk Ocakları ve Aydınlar Ocağı gibi kendi mensubu olmayan milliyetçi çevrelerdeki entelektüellerden yararlandılar. Onları, devletteki kadrolara yerleştirdiler. Ama AKP'yle bu ilişki koptu. Çünkü onun 1980'lerde devleti İslamlaştırma iddiasıyla ortaya çıkan ve sonra yavaş yavaş sisteme katılan kendi entelektüel aydın fidanlığı vardı. Ve Ak Parti merkez sağda bildiğimiz ilişkileri yenilemedi, Aydınlar Ocağı, Türk Ocağı gibi yapıları hiç kale almadı ve RTÜK'ten TMSF'ye, bütün görevlere kendi organik entelektüellerini getirdi. İlk defa bir sağ iktidarın bu milliyetçi gruplarla hiç dirsek teması kurmadan kendi kadrolarıyla hareket etmesi milliyetçi kesimde çok ciddi bir kriz yarattı.”


Tahsilli laik orta sınıfların içine düştüğü acz duygusunun ve hıncın, kolayca, “Batı”ya ilişkin hasetle ve AB’yle ilgili öfkelerle titreşime girebildiğini düşünüyorum. Okullarını bitirmiş, ‘müsbet ilmi’ öğrenmiş, diplomalarını almış, velhâsıl iyi (ve “modern”) bir kariyer için gereken adımları atmış birisinin işsizlikle veya kendisine reva görmediği nafile meşguliyetlerle boğuşurken kapılacağı değersizlik ve aşağılanma duygusu ile, “AB kapısında bekletilen Türkiye” imgesi ve “ne yaparsak yapalım bizi almayacaklar” sinizmi, coşkuyla kucaklayabiliyor birbirini.


***


Milliyetçi&ulusalcı fanatizmin toplumun okur-yazarlarını, tahsilli zümrelerini tesiri altına almasının görünümlerini, üç ayrı düzeyde tartışmaya çalıştım. Tartışmanın, adı üstünde, ucu açıktır. Kesin olduğunu söyleyebileceğimiz bir şey varsa, o da, okumuşların fanatizminin ve ‘cehaletinin’, maalesef o kadar da şaşırtıcı bir şey olmadığıdır…



1 Ama sadece biraz daha ileri… “Ulusalcı duyarlılık” gösterenlerin doçent/profesör/mühendis ünvanlı olanlarının mektupları/mesajları arasında dahi, bitişik yazılmış “ki” ve “de/da” ekleri, anlatım bozuklukları, mebzûl miktardadır.

2 Soziologische Schriften 1 içinde, Suhrkamp, Frankfurt a.M. 1997, s. 93-121. Makalenin geniş bir tartışması için: Stefan Müler-Doohm, Die Soziologie Theodor W. Adornos: Eine Einführung, Campus, Frankfurt a.M./New York 2001.

3 Bu bölümde çift tırnak içinde verilen alıntılar hep Adorno’nun anılan makalesindendir.

4 ‘Akademik proleterleşme’, başlıbaşına ilgiye değerdir. Üniversitelerin öğrenci alımları ‘kitleselleşirken’, yüksek lisans programlarındaki öğrenci nüfusu da artıyor. Bu programlara yönelen üniversite mezunlarının önemli bir kısmının saiki “CV’sini geliştirmek”tir; üstelik bunların da önemli bir kısmı, gelişmiş CV’leriyle de istihdam şanslarının fazla yüksek olmayacağı kaygısını duyuyor, üniversitede bulunma sürelerini uzatarak, işsizlik kariyerlerini ertelemeye bakıyorlar. Genç akademisyenlerin konumları da, eski tabirle ‘asistan’ oldukları zenaatkâr usûlü yetişme zincirinin yerini alan ‘anonimleşmiş’ terfi-tenzil sistemi içinde, güvencesizleşiyor. Bu da global bir krizdir. Bu yılın ilk aylarında Fransa’da üniversite öğrencilerini ucuz –hatta bedava!- işgücü rezervi olarak kullanmaya dönük tasarıya karşı gelişen büyük protestoların temelinde, üniversitenin resmi işsizliğe geçişten önceki bir “ara istasyona” dönüşmesinden duyulan kaygının birikimi vardı.

11 Comments:

At 5:27 AM, Anonymous Anonymous said...

Konuşmaktan nefret ediyorum aslında, programa katılmamdaki amaç da konuşamama sorunumla baş edebilmekti; özür diliyorum doktor saçmaladığımı kabül ediyorum. Van Erciş'den Birol Çimen gibi -belki de daha beter- sizi sıktım galiba. Oluşmuş fikirlerim ve birikimim yok; bu yüzden iki yıl önce yazdığım bir yazı MEB'in dergisin de yayınlanmış olabilir. Yanlış anlama meselesine gelince; tamam donanımsızım da o kadar aptal bir görüntü mü gösterdim size işte ben de onu anlayamadım. Zira o yazıda benden bahsettiğinizi hiç düşünmedim ve emin olun ki sadece 'bakalım ne diyecek' espirisinden yapmak istemiştim; yalnız MSN'de ses tonunun olmadığını hesaba katmamış ve cümlenin sonuna parantez içi ünlem işareti koymayı unutmuşum. Tabi bunda hayhuylu kafenin ve solunumumu altüst eden dumanların da etkisi olmadı değil; özür dilerim mesaja güleceğinizi sanmıştım.(Belirteyim:sizi güldürmek gibi bir amacım da yoktu; maksat yeşillik olsun) SEVGİLERİMLE DONANIMSIZ CANAN

 
At 5:50 AM, Blogger doktor yagci said...

Canan; durum anlaşılmıştır. Evet messenger üzerinden yazı yazarken duyguları gösterecek birşeyler yapmalı ya da yazılanların tamamen ciddiye alınacağını bilmeli. Aptal ya da donanımsız gibi kendi kendini yaralayıcı şeyler söylemen de gereksiz. Uzun lafın kısası her zaman mikrofon sana açıktır. Programın özü de "memleket mevzuları" olarak açıklanabilir. 10 sene önceki ilk programın adı da bu idi zaten. İstediğin mevzuda konuşma serbestisi olan bir canlı program olarak planlamıştık. Halen de buna uyuyoruz. Senin ve ilgilenenlerin bilgisine.

Fazla humor da fazla ciddiyet de cildin düşmanıdır.

 
At 1:02 PM, Anonymous Anonymous said...

MİNİ KRİZ
Bu programda alışık olmadığımız bir ses ve ondan yükselen alışık olmadığımız tepkilerle birazcık şaşkınlık yaşadık. Şükür ki mesele tatlıya bağlandı da ağız tadımız bozulmadı. Suçluluk duydum. Zira blogda benim yazdığım satırlara da atıfta bulunulmuş ve tepki verilmiş idi. Program esnasında doktorun sesi bir ara epey kısılınca ciddi bir şeyler oluyor düşüncesine kapıldım ve özür diledim. Fıtratım itibariyle insanları kırmaktan ve polemik yapmaktan çok çekindiğim için, böyle bir yol tuttum. Şunu belirtmem gerekiyor ki saf sözcüğü yalın olarak aptal , anlamına gelebildiği gibi temiz, duru anlamına da gelebiliyor. Daha çok birlikte kullanıldığı sözcükle anlamı kuvvetleniyor. Saf ve samimi sözcüğü birlikte kullanılıyorsa asla ve asla aptallık anlamı taşımaz, insanın aynı zamanda samimi olabilmesi için erdem sahibi yani aptal olmaması gerekir. Burada benim kullanımım temiz ve birazcıkda masum anlamındadır, bilinmesini isterim.
Topluma dönük işler yapan insanlar topluma mal olmuş sayılırlar, mesela doktor bir fert olarak yolda görse kaale almayacağı kimseler tarafından programı ve yazıları sebebiyle eleştirilebilir. Bu işi yaparak, bu hakkı onlara tanımış oluyor. Ben de katılımcı olarak fikirlerimi ifade edebiliyorsam diğer insanların da fikir ifade edebilme ve beni eleştirebilme hakkına saygı göstermeliyim. Aynı Başbakanımızın Cumhurbaşkanı olabilme hakkına saygı göstermek gibi. Çok kolay, Ahlaksızlık yok, kişilik haklarına saldırı yok, hakaret yok, alınganlık yok, fikir var, eleştiri var .
ESAS KONULAR
Orhan Pamuk’un ödülünü siyasi olarak niteleyip kınayanlar esasında farklı düşünmeği ve konuşmağı kınıyorlar, seneler önce bizimkilerin ödülünü reddeden Mandela’yı kınadıkları gibi. Artık gözünüzü açın ve dünyada olup bitenlere bakın iğrenilecek bir siyaset varsa , o da hala ilkellik uykusunda sayıklamaktır.
Bir öneri , Orhan Pamuk ivedilikle Türk Dil Kurumunun başına getirilmelidir. Türk diline yaptığı hizmetlerden ötürü şeref madalyası ile taltif edilmelidir.
CUMHURBAŞKANLIĞI
Üyesi bulunduğum bir sivil toplum örgütü! Başbakan, cumhurbaşkanı olamaz halk ! hareketine katıldığı için bastım istifayı. Ayıp ya , böyle saçmalık olur mu bu nasıl demokrasi bunlar nasıl STÖ. Başbakanımızın cumhurbaşkanı olmasını şiddetle istemeyenlerdenim fakat demokratik ve yasal hakkına kim ne diyebilir.
Cumhurbaşkanlığı adayım ise HİLMİ PAŞA dır. Yazılı ve yazılı olmayan bütün yasalara uyduğu ve gerçek bir demokrat olduğu için.
AB
Civciv yumurtadan çıkmak için kabuğu kıramazsa dışardan birinin kabuğu kırması gerekir. AB yumurtaya çekici vurdu, yumurta çatladı ve kırılacak , dışarı çıkacağız, artık hangi kümese gireriz orasını bilmiyorum.
HESAPÇI
Özlemişiz, çok az konuştu, yorgundu, ama varlığı yetiyor. Hesapçısız doktor tussuz aş misali. Herkese selam ve hürmetler Mazhar

 
At 1:04 AM, Anonymous Anonymous said...

Yavaş olun Mazhar Bey! Meselenin tatlıya bağlandığını göremiyorum ben! Hani nerde? Doktor 'yazılanların ciddiye alındığı biline' demiş; iyi de ne tür bir ciddiyetten bahsediyor acaba? Aklıma gelmedi değil, ama esprinin üçüncü versiyonu sıkar diye yazmamıştım; ya 'hem neden ranzanın alt katında yatıyor?' diye sorsaydım ne diyecekti? Hala egosunu okşayan bu kız bana yılışıyor havalarına devam mı ederdi; yoksa fen-edebiyatı yurdu anladık da, 'ranzanın altı ne' diye sormak aklına gelir miydi? Peşin hükümle zerre kadar şüphe etmeyip, onu da megolomanik bir kompleksle internete açan doktor beni muazzam bir hayal krıklığına uğrattı. Öyle olsun peki; otuz yaş üstü donanımlı(!) erkekler kulübünüzü masum sesimle ve alakasız konularımla bozduğum için özür dilerim, bir daha olmaz...

 
At 1:56 PM, Blogger doktor yagci said...

Canan;
"Hala egosunu okşayan, bu kız bana yılışıyor havalarına devam mı ederdi?" cümlen için tek diyeceğim şey var: nasıl yani?

Ve sana bir agabey (hatta amca-baba) nasihati vereyim. Retorik denen şey sadece kısa bir süre idare eder.. Sonra ille de içerik dolgunluğu gerekir. Hayal kırıklığı, megalomanlık falan güzel cümleler kurmuşsun. Boşver bunlara gayret sarfetmeyi, hayata takıl gitsin.

 
At 1:32 AM, Anonymous Anonymous said...

O cümleleri ben kurmadım, analiz hocam kurdu; hep böyle konuşur zaten!

 
At 8:12 AM, Blogger doktor yagci said...

E o zaman "Retorik uzun süre işe yaramaz" cümlemi de kendisine iletiver. Madem takım çalışması yapıyorsunuz, bilmeye hakkı var.

 
At 10:45 AM, Anonymous Anonymous said...

Olur görürsem söylerim

 
At 2:07 PM, Anonymous Anonymous said...

SEVGİLİ CANAN İÇİN:GERÇEKÇİLİĞİN KURALLARI
Gerçekler daima tek olmasına rağmen,ne yazık ki,her kültürün,her çevrenin 'gerçekleri'daima aynı tutarlılıkta olmamaktadır.İnsan daima kendisine yakın olan ailesinin veya çevresinin verdiği'gerçekleri'tek yalın gerçek olarak kabullenmeye meyillidir.Oysa asıl veya profesyonel gerçeklik,sadece ailenin,yakın dostların veya çevresinin verdiği'gerçeklere' saplanıp kalamaz.
Düşündüğümüz,inandığımız ya da uyguladığımız durumdan farklı bir olguyla karşılaştığımızda,ya kabul etmek ya da reddetmek gibi bir seçenekle karşı karşıya kalırız.Bu durumda iyi bir karar verebilmek için tabii ki gerçekçi olmak isteriz.Gerçekçi olmanın ise kendine özgü kuralları vardır.
1.Samimiyet,içtenlik,veya hassaslık
2.muhakeme etmek
3.tarafsızlık
4.araştırıcı bir ruha sahip olmak
5.alçak gönüllü olmak
6.çıkarcılıktan uzak olmak
7.insan korkusu ya da çevre baskısından etkilenmemek
8.düşünce özgürlüğüne sahip olmak
9.YAPICI ELEŞTİRİYE AÇIK OLMAK
Birey önce kendine şu soruyu sormalı:'Ben gerçekçilikte samimimiyim?Samimiyetimde dürüstmüyüm?Yoksa yüzeysel miyim?Gerçeği,samimiyet ve ciddiyetle arzuluyor muyum?
Eğer gerçekçi olmak istiyorsak,bize sunulan'gerçeklerin'kanıtlarını araştırmalı,bunları samimiyet ve dürüstlükle muhakeme etmeli,ve buna göre kararımızı vermeliyiz.Körü körüne değil.
Gerçekleri araştıran kişiler alçak gönüllü olmalıdırlar.Guru insanın gözünü kör eder,kalbini de katılaştırır.''gerçek'olarak kabul ettikleri şeylerin 'gerçek dışı'çıkmasının yanılgısına asla tahammülleri yoktur.
Oysa alçak gönüllü kişiler,inandıkları şeyler eğer'gerçek dışı'çıkarsa,kızacakları yerde,nezaket,uygarlık ve efendilikle susmasını bilirler;üstelik yanılgılarını memnuniyetle kabul etmekle beraber,yanılgılarını ortaya çıkaran kişilere teşekkür bile ederler.
Gerçekçi olmak isteyenler,düşünce özgürlüğüne önem verirler.Çünkü bir düşüncenin diğer düşünceden daha farklı,daha üstün ve daha yararlı olabileceğini bilirler.Kendi düşüncelerinde eksik kalmış,derine inilmemiş,ya da yanlış değerlendirilmiş bir yer varsa,bunun ortaya çıkmasını memnuniyetle kabul ederler.
Yapıcı her eleştiri,daha iyiye daha doğruya,mükemmele doğru yol açacaktır.Eğer bireydeki'gerçekler'her türlü eleştiriye,sorgulanmaya dayanabiliyorsa,bunlar,yıkılmayan mahkum edilemeyen,sağlam ve güçlü GERÇEKLER demektir.
Sevgili Canan umarım hemfikiriz.BELGİN

 
At 12:25 PM, Anonymous Anonymous said...

devam,ilgiyle okuyor dinliyoruz

 
At 12:45 AM, Anonymous Anonymous said...

SEVGİLİ(!) DİNLEYİCİLER İÇİN DOKTOR'UN GERÇEKLERİ Biiir) Doktor göründüğü kadar zeki değil; bu imaj onun hakkı değil; sadece çok mükemmel konuşuyor. Bir de gülmese ;) İikii) Doktor'un kumlar üzerine serilecek ne gibi bir bünyesi var çok merak ediyorum! Üüüç) DOKTOR=dönek : Hatırlıyor mu bilemem ama en başlarda "aramızda donanım problem değil konuşabilirsin" demişti; sonra bir baktım... Neyse... Döööört) Doktorla atışınca neden Hesapçıyla da otomatik olarak atışmış oluyoruz ben bunu anlamış değilim.O da kızmış bana.Olmadı şimdi; oysa doktor bana "donanımsız" dediğinde Hesapçı "ya da donanımını ifade edecek donanım" demişti ve ben bundan çok hoşlanmıştım. Ve Beş) Doktor'un sesi bana samimi gelmişti bugün anladım "yurttan Canan" gibi ifadelerle başından beri benimle alay ediyormuş; iyi eğlenin ya da eylenin, hiç farketmez Dinleyiciler için epey aydınlatıcı bir yazı oldu ee bu durumda bana da bir 'lo lo lo' bakarsınız artık

 

Post a Comment

<< Home

Mesothelioma Asbestos, Mesothelioma Cancer, Malignant Mesothelioma, Mesothelioma Attorney.
Mesothelioma